ŞİİRDİR GÖZYAŞI
  Mesneviden Seçmeler
 
SER  HOŞ
Kuş sütünün de bulunduğu sofrada yediler, içtiler. Padişah da dahil olmak üzere sarhoş oldular.
Pencereden dışarı bakan padişah; yoldan geçmekte olan  Fakihi gördü, adamlarına :
- Çabuk tutun şu hocayı, meclisimize getirin, lâal renkli şarabımızdan sunun kendisine!.. Diye emretti.
Ayak diremesine aldırış eden kim?.. Tuttukları gibi meclise, padişahın huzuruna çıkardılar. İşret meclisini görünce hoca, somurttu, ekşi bir suratla oturdu sofraya. Padişah doldurttuğu kadehi uzattı!.. Hoca kızdı, kabul etmedi, padişahdan kaçırmaya çalıştı yüzünü, sâkiye dönerek:
- Ben ömrümde şarap içmedim, zehir bence daha hoştur bundan. Kendinize gelin.. Şarap yerine zehir verin bana, içeyim de sizden de, bu zıkkımdan da kurtulayım!... Dedi.

Gönül ehliyle oturan hamlar bu hale gelir işte!..
Allah; kendi haslarına gizlilik aleminde, hürlerin içtikleri şarabı sunar!..
Onlar; perde ardında kalanlara, hakikati görmeyenlere o şaraptan sunarlar ama, duygu, o şarabın sözünden başka bir şey duymaz!...
Hakikatı göremeyenler, onların irşadından yüz çevirirler. Çünki göz ile onların ihsanı görünmez!...
Padişah sâkiye dedi ki:
- Ey izi kutlu; ne susuyorsun?. Haydi, onu hoş bir hale getir, neşelendir, dedi.
Saki hocanın baş ucuna geldi, bir kaç sille vurdu;
- Al!.. deyip şarap kadehini sundu.
Zavallı hoca sopa korkusundan alıp içti. Bir daha, bir daha!.. Derken sarhoş oldu. Neşelendi, gülmeye, alaya, latifeye koyuldu. Aslanı tutacak kadar güçlü hissediyordu kendini!.. Bir ara neşesinden parmaklarını şıklatarak oynamaya dahi koyuldu!.. Sıkıştı, ihtiyaç gidermek için kalktı, ayrıldı sofradan. Ayakyolunun kapısında ay gibi bir padişah cariyesi ile karşılaştı ama, aklı başından gitti!.. Ağzı açık kalmış, hiç bir şey düşünemez halde idi. Ömrünce bekardı, arzuları doruktaydı, saldırdı halayığa!.. Zavallı halayık; bağırdı, çağırdı, naralar attı, lakin nafile!.. Haykırışına cevap yoktu!..

Kadın buluşma zamanında; erkeğin elinde, ekmekçinin elindeki hamura döner!.. Onu gah yumuşaklıkla, gah sert bir halde yoğurur, elinin altında ondan çak, çak diye sesler çıkar!.. Gah onu uzatır, tahta üstünde yassı bir hale getirir!.. Gah bir araya toplar!.. Gah su döker, gah tuz eker!.. Gah tandıra yayar, ateşle onu mihenge vurur!.. Bu oyun yalnız kocayla karı arasında olmaz. Her aşıkla, her sevgili ile de bu oyun oynanır!.. Fakat; her birinin oyunu başka bir çeşittir.

Hasılı, hoca ayakyolunda halayığa saldırdı, ne namusu kaldı, ne zahitliği!..
Atladı o hurinin üzerine!.. Can cana ulaştı, bedenler dürülüp bükülmeye başladı!.. İkisi da başları kesilmiş kuş gibi çırpınıyorlardı. Hocanın aklında ne padişah, ne içki meclisi, ne aslan, ne haya, ne din, ne ürkeklik, ne de can korkusu kalmıştı!..
Hocanın meclise dönmesi gecikti. Padişah daha bekleyemedi;
- Ne oldu, gidip bir bakayım, diyerek ayrıldı oradan..
Gördüklerinden gazaba gelmiş, cehennem gibi kızmıştı!..
Hocanın da kızın da canını almayı düşündü içinden.
Hoca acele ile meclise döndü, şarap kadehlerini bir biri peşi sıra yuvarlamaya başladı. Padişahın hiddetini, gazaplı halini görünce, sakiye dönerek:
- Yahu!. Acele et!.. Neden öyle sersem sersem oturuyorsun?. Çabuk padişahı neşelendir!.. dedi.
Onun telaşlı ve korkmuş durumu padişahı gülümsetti, dedi ki:
- Ey ulu er!.. Hoşlandım senden. Al o kız senin olsun. Ben padişahım!.. Benim işim adalettir, lütuftur. Ne yersem;  cömertliğim, sevgiliye de onu verir.
Tatlı tatlı içemediğim şeyi, nasıl olur sevgiliye verir, ona azık olarak sunarım!.. Ben, hususi soframda ne yersem kullarıma da onu yediririm!.. Giydiğimden onlara da giydiririm!.. Ulu  Nebi’den utanırım. O: " Hizmetçinize, siz ne yiyorsanız, ondan yedirin, ne giyiniyorsanız, ondan giydirin !.."  demiyor mu?.

Başkalarını hoş bir hale getirdin, sabırla çevikleştirdin, sabra teşvik ettin!.. Şimdi erlik göster de kendini bir hoş hale getir, Sabır düşüncesine dalan aklını kendine kılavuz et!..
Sabır kılavuzu sana kanat olursa canın çok yücelere çıkar!..
Mustafa’ya bak; sabrı Burak edindi de bu Burak, onu göklere çıkardı!...

Mesnevi:6.Cilt-Sayfa:310-........-315
AHMAK
Meddah tüm kurnazlıklarını, yaptığını duyduğu hilelerini bir bir sayıp döktü; şimdiye kadar kandıramadığı kimse olmadığını belirtti terzi "Ciğeroğlu" nun...
Dinleyiciler arasındaki bir Âdem:
-O da kim oluyormuş, benden bir iplik bile çalamaz, isterseniz sizinle bahse dahi girerim... dedi.
-Yapma kardeş, senden daha akıllı nice kişileri mat etti bu adam. Bahse girişme, onun hileleriyle sen de kendini kaybedersin, yazık olur.
Âdem büsbütün kızdı:
-Benden ne yeni, ne eski bir şey alamaz. Dileyenle bahse girelim, tabi sözünüzün eri iseniz.
Tamahkar bazıları işi büsbütün kızıştırdılar. Yapamazsın, yaparsın derken...
-Şu Arap atımı bahse koyuyorum, eğer o terzi benim rızam dışında, benden habersiz kumaşımdan bir şey alırsa bu atım sizlerin olsun, ama başaramazsa; bunun dengini
isterim sizlerden... deyiverdi Âdem.
Sabahı zor etti, vurduğu gibi bir top atlas kumaşı koltuğunun altına, tuttu hilekar terzinin dükkanının yolunu. Terzi bütün riyakar gülümsemesi yüzünde takılı olduğu halde karşıladı, avını kollayan tilki gibi. Hoş beş, izzet ikram derken, ustalığını sergileyen, önceden diktiği giysileri göstererek  büsbütün
güvenini kazandı Âdem’in. O’ da atıverdi İstanbul Atlasının topunu terzinin önüne:
-Bundan bana savaş için bir kaftan biç. Belinden aşağısı bol olsun ki; savaşta ayağıma dolaşmasın, yukarısı dar olsun ki; güzel dursun dedi.
Terzi elini gözünün üzerine tutarak selam verdi:
-Başütüne sevimli müşterim. Sana sonsuz hizmetlerde bulunacağım. Öyle memnun edeceğim ki seni... ben de beğeneceğim, sen de.
Kumaşı aldı önüne ölçtü, ne kadardan çıkacağını hesap etti, sonra lafa tuttu.. Başka beylerin hikayelerini söylemeye, onların lûtuf ve ihsanlarını saymaya başladı. Nekesleri ise zemmetti. Güldürmek için tuhaf tuhaf sözler söyledi. Ateş gibi makasını çıkardı, kumaşı kesip biçmeye başladı. Göz ucuyla Âdem’i takip ederken; ağzında ise türlü masallar, gururunu okşayacak, kendinden geçirecek sözleri maske yapmıştı kendine adeta.
Hikayelere gülmekle, zaten daracık olan gözü büsbütün kapanmışken, durumu fark eden kurnaz terzi kaşla göz arasında bir parça kumaşı çalarak, şalvarının içine gizledi.
Dinlediklerinin tadından Âdem; tutuştuğu bahsi de, atlas kumaşını da unutmuştu.
Anlatılanlara dalmış, adeta sarhoş olup kendinden geçmişti.
-Allah için o kadar güzel anlatıyorsun ki, lâtifelerin canıma can kattı, ne olursun gülünecek bir şey daha söyle... diye yalvardı adeta.
Hain terzi bir fıkra anlatarak o kadar güldürdü ki, gülmekten sırt üstü yere yıkıldı akıl fukarası Âdem. Sonra da fırsat bu fırsat deyip bir parça daha keserek gömleğinin içine sokuverdi ..
Âdem; gülünç bir şey daha anlat, dedikçe terzi öncekinden daha gülüncünü anlatıyor, ahmak gülerken de kendisi bir parça daha keserek bir tarafına saklıyordu.
Nihayet:
-Bir daha anlat.. deyince Âdem,terzi dahi insafa gelip:
-A hadımağası vazgeç... Bir latife daha söylersem vay haline... Kaftanın dapdaracık olur, giremezsin içine. Kim kendine böyle iş işler?. Gülüyorsun ama, gülmenin yeri mi?. Eğer bilseydin kan ağlardın güleceğin yerde.

-Ey bilgisizlik ve şüphe mezarına düşmüş kişi dedi... yukarıdaki kıssayı anlatan: Feleğin lâtifesini, nereye kadar arayacaksın? Ne vakte dek şu cihanın işvesini tadacaksın? Ne aklın düzeninde kaldı, ne cânın. Lâtifesi, bahçelere bir hoş tad verir ama, kış gelince verdiği şeylerin hepsini yele verir.

Mesnevi:6.cild.Sayfa:134-135-136-137
 
LOKMAN
Efendisinin düzinelerle kölelerinden yalnızca birisi idi Lokman. Derisinin siyahlığının aksine, tüm aydınlığını içinde saklamıştı sanki. Diğer köleler ise tam aksine... Ne onun hikmetli sözleri, nede ağırbaşlılığı ilgilerini çekmez, sürekli yapmaları gereken işlerden kaytarmaya, kendilerinin olan zamanlarını; "efendilerinin malı kendilerinin olsa" neler yapacakları hakkında fikir üretmekle geçirirler. Lokman’ı anlamak bir yana, ondaki farklılıktan
rahatsız dahi olurlar... Fırsat buldukça da efendilerinin gözünden düşürmek için arkadaşlarına olmadık düzenler kurar, akla gelmedik yalanlar uydururlar.
Hep aynı geçen günlerinin birinde efendi, meyve yemek istedi ve kölelerini bağa gönderdi. Herkes topladı; Lokman hariç, topladıklarının çoğunu yediler diğerleri... Birleştirdiler kalanları ve evin yolunu tuttular.
Efendi:
-Bu nedir.. akşama kadar bununla mı oyalandınız?. Hepinizi
cezalandıracağım... diye kükredi.
Köleler:
-Aman efendimiz, vallahi bizim bir suçumuz yok... Meyveleri Lokman yedi, dediler.
Lokman:
-Efendimiz, iznin olursa yalnız görüşmek isterim.
Efendi, kabul ettiğini bildirdi teklifi, diğerlerine dışarı çıkmaları için işaret etti.
Lokman:
-Efendimiz, ben hiç meyve yemedim. Ama kalbinin mutmain olması için bir tedbir söylerim ..
-Nedir, söyle bakalım.
-Ey kerem sahibi, hepimizi imtihan et. Bizlere fazlasıyla sıcak su içir, ondan sonra büyük bir sahraya götür bizleri... Sen atlı olarak koştur hepimizi. O zaman kötülük yapanı gör, Hakkın işlerini seyret..
Aklı yattı efendinin. Zaten Lokman’ın yapmayacağını biliyor, lakin aklına diğerlerinin suçunu ispatlayacak çare gelmiyordu. Herkesi topladı, getirilen sıcak suyu içmelerini söyledi, hepsi korkudan içtiler.. Sonra onları ovalarda kovalamaya başladı. Koşturdu koşturdu.. Nihayet yoruldular. Başladılar kusmaya. İçtikleri su yedikleri meyvelerin hepsini çıkardı. Lokman’ında içi
bulandı, O da kustu. Fakat karnından halis su geldi.

Oğul: Kıyamet gününde bütün sırlar çıkacak, bilinip görülecek... Sizin de bilinmesini istemediğiniz sır aşikar olacaktır. Lokman’ın hikmeti bunları gösterebildi ise, varlığın rabbi olanın hikmeti nelere kâdir değildir.
 
HASTA-SOFİ-KADI

Uzun uzun muayene etti hastasını hekim. Hiç bir düzelme ümidi yoktu. Üstelik günleri de sayılı idi.
- Öyle bir hastalık ki senin bu illet, tedavi tamamen sana kalmış. Eğer sabır ve perhizi bırakır, canının istediği her şeyi yapmaya başlarsan düzelirsin, hiç bir şeyin kalmaz. Bil ki sabır ve perhiz bu hastalığın yegane iki düşmanıdır. Aklına ne gelir, canın ne isterse geri durma, yap... dedi.
Gözleri parladı, kalbinin ritmi hızlandı... Yıllardır yasak dendiği için yapamadıklarını bir bir gözünün önünden geçirdi. Ağızı sulandı. Hekime:
- Âlâ... Aliyyül âlâ.. Sen ne güzel hekimmişsin de bizim haberimiz
yokmuş, bunları bana yap diyen bir Allah’ın kulu çıkmadı şimdiye kadar. O yasak, bu yasak.. Şunu yeme, bunu içme.. Şuraya gitme üşütürsün, nevazil olursun.. Başka lakırdı söylemediler... Sağol hekimbaşı. Ömrün bereketli olsun, diyerek uğurladı.
Hemen çıktı yataktan:
- Duydunuz hekimin dediklerini, beni giyindirin, gezmeye gideceğim dedi, ev halkına Çıktı. Şura senin, bura benim... isteyip de gidemediği yerleri gezdi öncelikle. Dere kıyısını özlemişti. Bir de oraya uzanayım, dedi. Gezerken su
kenarına oturmuş, kafası kazınmış bir sofi gördü. Gördü ama içi tutuşmaya başladı:
-"Şu kafaya bir vursam, herhalde gönlümde gam, keder kalmaz..." diye içinden geçirirken, "Zaten hekim canını istediği her şeyi yap demedi mi? Mutlaka yapmalıyım bunu" diye düşünürken iyice yaklaştı. Pekiştirmek için de:" Kendinizi
elinizle tehlikeye atmayın" buyurmuyor mu Ulu Rabbim. Şimdi bunu yapmazsam içimde kalacak, bu da derdimi artıracak, hastalığımın ilerlemesine sebep olacak. Yapmalıyım .. "telkini ile de kalbinin ikilemi gitmiş bir vaziyette sofini başına olanca gücü ile bir sille yapıştırdı.
Sıçradı sofi, kalktı, bir kaç yumrukla mukabelede bulunmak, sakalını, bıyığını yolmak istedi ama vazgeçti, vuranı görünce.
Ey heva ve hevesini hekimlik sanıp zayıfları incitmeye kalkışan; sana bu ilaçtır diyen, seninle alay etmiştir. O Âdem’e de buğdayda kılavuzluk etmişti, hatırla. "Bunu yerseniz ölümsüz olursunuz, ebedi yaşarsınız!.." diyerek ayağını kaydırdığı
Âdem; sırtını Hakk’a dayamıştı da, o kovulmuş olan, bunun idrakından bîhaberdi.
İşin sonunu düşündü Sofi..
Tuzağı fark eden yeme aldanmaz. Belki bir adım atar ama, devamı olmaz.
-"Kafaya yenen bir tokat yüzünden; körcesine, kelleyi vermeye değmez, teslim hırkasını giyen bana, sille yemek kolay gelir. Adamın âhı gitmiş, vâhı kalmış. Bir tane vursam elimde kalacak. Zaten çadır harap, direk kırık, yıkılmaya bahane arıyor. Ölecek, adam sayacaklar. Kısas isterlerse bizim kelle gidecek. Akıllı ol,
maşa varken elini yakma. En iyisi bunu kadıya götüreyim, o Allah’ın terazisidir. Onun kilesine şeytanın hilesi girmez... " diye düşündü, tuttuğu gibi kadının huzuruna çıkardı vuranı, olayı anlattı ve ekledi:
-Davacıyım Kadı Efendi. Bu densizi, bana nahak yere vurduğu için ya eşeğe ters olarak bindirip ahaliye sergile, yahut da döverek cezalandır... Takdir sizindir.

Kadı’nın cezasından ölse, ölür gider, sorucusu da, cezası da olmaz. Çünki o kendi nefsi adına değil, Allah vekili olarak verir cezayı. Hatalı dahi olsa karar, yine değişmez.
Öğretmen çocuğu dövse, bu sebeple ölse, onada ceza olmaz. O da Allah vekilidir. Baba çocuğu dövse, bu yüzden çocuk ölse, babaya ceza verilir, çünki ondan menfaatlenmek adına açıktır. Evladın babaya hizmeti lüzumludur, lakin hocasına
hizmetten yana bir farziyeti yoktur.
Bu fıkıh başka bir sanattır, başka başka kârı vardır.
Mesnevide yokluk dükkanıdır. Kunduracı dükkanında deri vardır, ağaç görürsen bil ki ayakkabı kalıbıdır o.  Kumaş dükkanında demir görürsen bil ki arşındır o. Mesnevimiz vahdet dükkanıdır, orada Bir’den başka ne görürsen puttur.

Kadı dedi ki:
-Oğul; vuran nerede, vurduğu yer neresidir? Diye sordu.
Gösterilince:
-Yahu, bu hastalıktan bir hayal olmuş!.. Şeriat diriler içindir!.. Hiç mezarlıktaki ölülere şeriat tatbik edildiği duyulmuş mudur?..
Yoklukla kendilerinden geçmiş olanlar, o ölülerden daha ölüdürler. Ölü; bir kere ölmüş, bu alemden göçüp gitmiştir. Halbuki sofiler yüz taraftan ölmüştür. 
- Ben dirilere hükmederim. Mezarlıkta yatan ölülere değil!.. Mezarda ölüyü çok gördük, bir de ölü de mezarı gör!.. Bir mezardan, üzerine bir kerpiç düşse, akıllı olan kalkıp mezardan davacı olur mu?.. Şükret ki sana bir diri vurmadı. Çünki dirinin
reddettiğini Allah ta reddeder. Dirilerin kızgınlığı Allah’ın kızgınlığı, O’nun zahmıdır. Allah öldürmüştür onları. Derisini yüzmek için ayağından üflemiştir de, sen onu kasapın yaptığıyla karıştırma. Allah’ın yaptığı baştan sona lûtuf ve keremdir, kasabın ki ise ar ve ayıp.
- Bu eşeğe bindirmenin şeriatta yeri yoktur, sopanın resmini eşeğe bindireni duydunuz mu hiç? Onu eşeğe değil, belki tabuta bindirmek daha uygundur.
Sofi dedi ki:
- Peki; hiç bir suçum günahım yokken, bana vurmasını nasıl reva görüyorsunuz?.. Kadı, zayıf ve hastalıklı adama dönerek:
- Az çok bir paran var mıdır?. Diye sordu.
- Evet Kadı Efendi. Altı kuruşum var.
- Peki!.. Sen fakir ve ihtiyaçlı bir adamsın. Üç kuruşu ile kendine ekmek, katık alırsın. Diğer üç kuruşu hiç itiraz etmeden ver bu adama.
Hasta adam sevindi ama belli etmedi duygusunu. Kesesini çıkardı, düğümünü çözdü, üç kuruşu ayırdı, vermek için uzatırken gözü Kadı’nın ensesine ilişti.
- "Maşallah, ne ense var Kadı Efendide. Pehlivan ensesi mübarek. Nasılda vurulur, ne güzel şaklar!.. Allah’ım!.. Dayanamayacağım!.. Bunu yapmazsam ölürüm!.. Zaten
çok da ucuz!.." diye düşündü, kulağına bir şeyler söyleyecekmiş gibi Kadı’nın yanına yaklaştı, bütün gücü ile  şamarı indirdi ense köküne ;
- Alın şu altı kuruşu paylaşın aranızda. Ben de hırıltıdan, gürültüden kurtulayım ,dedi, kesedeki paraları koydu önüne.
Kadı kızdı, köpürdü!..
Sofi, Kadıya dönerek:
- Ey emin adam, ey din şeyhi!.. Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına nasıl hükmediyorsun, "Kim kardeşi için kuyu kazarsa kendi düşer " hadisini duymadın mı?. Biliyorsan kendin neden uymazsın?. Ensene sille yemene sebep olan
şu hükmün yok mu?.. Eğer diğer hükümlerin de böyleyse vay haline!.. Kimbilir başına daha neler gelir?.. Bir zalime harcaması için üç kuruş bırakırsın ha!.. Acımanın sırası mı?. Zalimin elini kes. Sen kurda süt veren keçi yavrusuna benziyorsun, dedi.
Kadı:
- Kaza ve kaderden gelen her cefaya razı olmamız lazım. İçten razıyım. Yüzüm ekşidi ama hoş gör!.. Hak acıdır. Gönlüm bağdır, gözüm bulut gibi.. Bulut ağladığı zaman bağ neşelenir, niçin sırıtıp duruyorsun?.. Mum gibi göz yaşları dökersen, mum gibi aydınlatırsın odayı!.. Ey sersem sersem gülüp duran!..
Gülmenin zevkini gördün, bir de ağlamanın zevkini seyret. O şeker madenidir. Cehennem ağlatırsa, onu anmak, sana cennetten daha hoştur. Gülmeler ağlamalarda gizlidir. Ey saf ve temiz kişi defineyi yıkık yerlerde ara.
Sofi dedi ki:
- Mademki altın bir madendir. Neden bunda fayda vardır da öbüründe zarar olur?.. Hepsi tek elden geldiği halde neden biri ayıktır da diğeri sarhoş?.. Nehirler hep aynı buluttan gelir de; neden biri acı, diğeri tatlıdır?..
Nurlar ebedilik güneşindendir de, doğru sabah ile yalancı aydınlık nedendir?..
Gözlerdeki sürme hep aynı sürmedir de, neden kimi şaşı görür, kimi doğru. Darphanenin sahibi Allah’tır da neden kimi paralar düzgün çıkarken, kimileri bozuk oluyor?..
Allah: "Yol benim yolum .." dedikten sonra neden kimileri ahde vefa ederken, diğerleri yol kesmede?.. Binlerce suretlerde görünen birliği kim görmüştür?. Daimi olarak duran bir
varlıkta nasıl oluyor da yüz binlerce hareket meydana geliyor?...
Kadı dedi ki:
- Ey Sofi şaşırma. Bunu bir misalle anlatacağım sana: Bütün bu keyfiyetler köpük gibi denizin üstünde oynar durur. Denizin zatında da zıttı, ortağı, benzeri yoktur, işinde de. Varlıklar; varlık elbisesini ondan giyerler. Zıt; kendisine zıt olan şeye nasıl olur da varlık verir?.. Eş ne demektir?. Emsal ..
İyinin, kötünün dengi, benzeri. Emsal, kendine emsal yaratır mı?.  Denizin bu zıt görünüşlerini, bu sayısız tecellilerini iyi kötü diye değerlendirmeden görmeye bak. Denizin varlığına keyfiyet nasıl sığar?.. Can nasıldır, nicedir bilebilir misin?. Peki her zerredeki akıl ve can bile bedene bigane olan böyle bir deniz;
nasıl olur da sayı ve keyfiyetin daracık kalıplarına sığar?.. Aklı kül bile orada bilmeyenler safındadır. Orada akıl bedene der ki:
-Ey cansız şey!.. hiç o dönüp varacağın denizden bir koku aldın mı?. Bir şey duydun mu?.
Beden der ki:
- Ben ancak senin bir gölgenim!.. Gölgeden kim yardım ister ki?..
Akıl:
- Burası; anlayabilecek kişinin, anlayamayacak olandan daha aciz olduğu yerdir. Burası öyle bir hayret makamıdır ki; parlak  güneş bile burada, bir zerreye kulluk etmekte, köle gibi hizmetlerde bulunmaktadır. Aslan, ceylanın önüne baş koyar burada.. Eğer inanmıyorsan, Mustafa niçin yoksullardan dua ister?.. Define yıkık yerlerde olur. Sofi, can kulağını iyi aç, sana kendi saçma sözlerini anlatıyorum..  Takdir sana  bir vuruş yapmışsa, bekle, ondan sana bir ağır elbise giydirilecektir. Çünki o padişah silleyi vurduktan sonra taç, taht bağışlamayacak kimse değildir.  Boynunu  dünyanın altın boyunduruğundan kurtar da, Allah’tan sille satın almaya bak. Peygamberlerde dertlere, musibetlere sabrettikler için en yüce oldular. Bak yiğidim; hazırlan, bekle de gelince seni evde bulsun, yoksa geri gider ha!..
Sofi dedi ki:
- Ne olurdu yani; bu âlem insana hep gülseydi, kaşlarını çatmasaydı!.. Değişip durarak insanlara zahmetler vermeseydi!.. Gündüz varken, gece olmasaydı, Zevk ve sefalar sürerken, bahçeyi kış talan etmeseydi!.. Sıhhat varken onu bozacak şeyler olmasaydı, Hasılı Allah’ın nimetinde bir eksilme olmasaydı, cömertliğinden, rahmetinden ne eksilirdi ki?..
Kadı dedi ki:
- Sofi pek boş bir adammışsın yahu!.. Kûfi yazıdaki  kef harfi gibi, bom boş. Terzinin hikayesini duymuşsundur.  Dinleyicisi olmasaydı anlatılır mıydı hikayeler?.. Birisinin sözü güzelse dinleyicisindendir. Eğer çocuklar derse iyi sarılırlarsa bu öğretmene şevk verir. Dinleyicisi olmayan, en iyi çalgıcı da
olsa, çalgısı ona yük olur, aklına söyleyip, çalacak bir şey  gelmez. Eğer gaybın haberlerini dinleyecek kulaklar olmasaydı, müjdeci vahiy getirir mi idi göklerden?.. "Sen olmasaydın .." sözü, keskin ve görür gözler içindir.
Sofi dedi ki:
- Yardımı istenen Allah: Kârımızı ziyansız vermeye kaadir iken,
Ateşi gül haline getiren, bunu ziyansız yapamaz mı?
Dertleri, neş’e ye çeviremez mi? Bedene can verip dirilten, dirilttiğini öldürmezse ne olurdu? Cömert; kulunun isteğini çalışmadan verse ne olurdu? Kullardan nefsin ve şeytanın hilelerinden uzak tutsa ne olurdu?..
Kadı dedi ki:
- Ölüm olmasaydı, dünyada; çirkin, güzel, taş, inci, nefis, şeytan, heva, heves, zahmet, meşakkat, savaş olmasaydı; ar perdesi yırtılmış adam, padişah kullarına ne ad verecekti?. Kimlere sabırlı, kimlere hilm sahibi, kimlere yiğit, kimlere hikmet sahibi diyecekti?. Yol kesen mel’un şeytan olmasaydı; sabırlılar,
doğrular ve yoksulları doyuranlar nasıl belli olacaktı?.  Rüstem ve Hamza ile namussuz, aynı ve bir olsaydı, bilgi ve hikmet batıl olurdu. Bilgi ve hikmet; doğru yolla yolsuzluğu göstermek içindir. Her taraf yoldan ibaret olsaydı; hikmet, abes ve boş bir şey olurdu. Sen ise bu acı ve sulu tabiat dükkanı için iki
alemin de yıkılmasını hoş görüyorsun. Ama ben biliyorum ki sen paksın, ham değilsin. Bunları bilmeyenlerin anlaması için soruyorsun. Devranın cefasıyla alemdeki bütün eziyetler, Allah’tan uzak olmaktan ve gafil bulunmaktan daha
kolaydır. Çünki bunlar hep geçer de, onlar geçmez.

Mesnevi:6.Cilt-Sayfa:107-............-141
 
 
Gene gel, gene
Ne olursan ol
İster kafir ol, ister, ateşe tap, ister puta
İster yüz kere tövbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tövbeni
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı, nasılsan öyle gel.
* * *
Oraya gitme demedim mi sana?
Seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim?
Bir gün kızsan bana, alsan başını yüzbin yıllık yere gitsen
Dönüp kavuşacağın yer benim demedim mi?
Demedim mi şu görünene razı olma
Demedim mi sana yaraşır otağ kuran benim asıl.
Onu süsleyen bezeyen benim demedim mi?
Ben bir denizim demedim mi sana.
Sen bir balıksın demedim mi,
demedim mi o kuru yerlere gitme sakın.
Senin duru denizin benim demedim mi?
Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan benim,
senin kolun kanadın benim, demedim mi?
Demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi tövbeni bozarlar senin.
Oysa senin ateşin benim, sıcaklığın benim demedim mi?
Türlü şeyler derler sana demedim mi.
Ölmezlik kaynağını kaybedersin, yani BEN’ i kaybedersin demedim mi?
Söyle, bunları sana hep demedim mi?
* * *
Alemin bal şerbetinden bana ne!
İşte önümde benim ayran tasım
Ne malım mülküm var benim ne azığım
Ben gene de senin malın mülkün olsun diye çalışırım.
Senin başını sokacak bir yerin olsun diye
Senin bir dikili ağacınım
Ama hürriyeti kulluğa , taş çatlasa satmam.
* * *
Bu gün AHMED benim
ama dünkü Ahmed değil.
Bu gün anka benim,
ama yemle beslenen kuşcağız değil.
Enel hak kadehiyle bir yudum içen sızdı hak şarabından,
Şişelerle, küplerle içtim ben sızmadım.
Ben sultanların aradığı sultan,ben hacetler kıblesiyim.
Gönül kıblesiyim ben.
Ben Cuma mescidi değilim, insanlık mescidiyim ben.
Ben saf aynayım , sırrım dökülmemiş paslanmamışım.
Ben kin dolu bir gönül değilim, tur i sina nın gönlüyüm ben.
Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum
benim sarhoşluğumun sonu yok.
Tarhana çorbası içmem ben,
can yemeği yerim, içerim can şerbeti.
İşte sararttı seni bir gümüş bedenlinin özlemi, altın haline geldin artık.
Sen altına aşıksın, altın benim rengime aşık.
Gönlü saf sufiyim ben,
benim tekkem alem, medresem dünya benim.
Değilim abalı sufilerden.
İster yakarış eri ol sen, meyhane eri istersen,
bundan sanki ne çıkar.
Yok Cumartesi imiş yok Cuma imiş, bence ne farkı var.
Gerçeğin tadını alan er,
ne altına aldırış eder,
ne kalender tacına bakar.
Ne tasası vardır, ne kini.
Ey Tebrizli hak Şemsi,
yüzünü göstermeseydin sen, yoksul çaresiz kalırdı kulun,
ne gönlü olurdu, ne dini...
* * *
Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş
Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
* * *
Bir tatlı ömür gibi gitmeye niyetlendim
ayrılık atına eğer vurdum inadına
ama bizi unutma, hatırla ama
Sana temiz dostlar,iyi dostlar, vefakar dostlar
yeryüzünde de var, gökyüzünde de var.
Eski dostunla ettiğin yemini hatırla ama
sen her gece ay değirmisini başına yastık edince yollarda
dizime yattığın geceleri hatırla ama.
Sen ey hüsrevi kendine kul, şirin gibi bir nice güzeli esir eden
aşkının ateşi ile tıpkı Ferhat gibi ayrılık dağını delmede olduğunu hatırla ama.
Bir deniz kesilen gözlerimin kıyısında, bir aşk ovasını görmüştün hani,
safran dallarıyla,ağustos gülleriyle sarmaş dolaş,bunu unutma hatırla ama.
Ey Tebrizli Şems, dinim aşktır benim senin yüzünü gördüm göreli.
Benim dinim senin yüzünle övünür ey sevgili, bunu unutma hatırla ama.
* * *
 Müslümanlığın kafirliğin dışında bir ova
ucsuz bucaksız ovada sevdamız uzar gider
arif olan geldimi usulca başını kor
ne müslümanlığa yer var orada ne kafirliğe yer.
ne aklım kaldı benim, ne dinim
ne kararaım kaldı benim ne sabrım
gel ne olur gel artık,
ne gönlümün derdini sor bana ,
ne sararan yüzümü sor bana
ne içimin ataşini sor bana
gel gözünle gör, gel artık.
Sıcağınla pişmiş bir somun gibi, o kıpkızıl al al yüzümü sorma
Gene ekmek gibi bayatlayıp bayatlayıp, gene ekmek gibi ufalana ufalana
Çaresiz dökülmüşüm yollara.
Gel topla beni, gel artık...
Bir vakitler bir oyaydım, yüzünden izler toplamadaydım.
Şimdi buruştum, şimdi sarardım,
gel gör beni, gel artık.
Dere gibi akıyorum sağa sola, ayrılık her yanımda pusuda.
Sabahları yalvarırım yakarırım rüzgarların karşısında.
Gel ne olur, gel artık.
Başın kirle ıslaksada, ayağına diken batmışsa da,
durma gel, Allahaşkına.
Gel demeden kurtar beni, ey aşıklar peygamberi,
gönül ateşinde yanmışım ben, boğulmuşum gözyaşına,
git sor Allahını seversen
ne yol gösterir sevgili, ne çare yazar bana.
* * *
Bu ne güzel koku böyle, bu ne güzel koku.
Gül bahçesinden yoksa gelen o mu?
Gece mi bu gelen, misk mi bu, amber mi bu?
Bu ne güzel koku böyle, bu ne güzel koku.
O pazardan tezcecik yoksa o mu geliyor,
Yoksa güzelimiz geri mi geliyor ne?
Bu nasıl yüz böyle, bu nasıl ışık,
bu nasıl ay böyle, bu nasıl güneş.
Mağaradan mı çıktı, dağdan mı iniyor o yalnızlığın adamı,
O dost.
Boş yere arama şarap testisini sen,
toplama onun ağzını boş yere.
Şu meyhaneciden mi geliyor sandın onu,
dostum onu sen kendin gibi belleme.
Yolda o yapayalnızsa ne olur?Başında sarık yoksa ne çıkar.
Ne bundan güneşe bir leke olur, ne ayın gösterişine zarar.
Bu gece uyma dostum uyuma, bir kolayına getir onu bul.
Sarhoşlar meclisine hep böyle geceleyin gelir O,
bu gece uyuma dostum uyuma.
Biz duvarda asılı duran resimleriz.
Bizi yapan ressamın varlık şavkı,duvarın üzerine bir vurdu mu,
bakarsın o anda canlanıvermiş,kımıldamışız.
O nun selvi boyu bir göründü mü,
bakarsın dünya güllük gülistanlık.
Kalktı bir salındı,kendini bir gösterdi mi,
bakarsın kıyamet koptu gitti.
Bakarsın Kalinus gibi hassalar ülkesindedir O,
bakarsın hayret yurdunda dolaşır hastalar gibi.
Sustum artık ben, sustum artık.
Bu şiir ondan utanıyor.
* * *
Yollara sular dökün,
bahçelere müjdeler edin, bahar kokuları geliyor
O geliyor O!
Ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor.
Yol verin, açılın, savulun beri durun beri,
yüzü apaydınlık ak pak,bastığı yeri ardında gündüzler gibi bırakarak
O geliyor O!
Ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor.
Gökler yeryüzünü kapladı örttü bir anda
Bir anda dört yanım misk gibi bir koku sardı
Bir anda bir velvele bir kıyamet koptu cihanda
O geliyor O!
Ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor.
Bir anda can geldi bağlara , bağlar ışıdı
Bir anda açıldı baktı bağlarda gözler
Bir anda bizde ne dert kaldı ne gam ne keder
O geliyor O!
Ay parçamız, sevgilimiz , yarimiz geliyor.
Yayından fırladı ok, hedefe ha vardı ha varacak
Bahçeler selama durdu, selviler ayağa kalktı
Çayır çimen yollara düştü.
İşte gonca ata binmiş geliyor, biz ne duruyoruz.
O geliyor O!
Ay parçamız, sevgilimiz , yarimiz geliyor.
Sen bizim çevremize gelirsen göreceksin ey Şems
Huyumuz sadece susmak olmuş bizim, susmak
Senin güzel gözlerin için işte canım pusuda
Rahatım kaçtı benim, geceleri uykum kalmadı gitti ama
Bak işte o güzel gözler yola çıkmış geliyor.
* * *
Gene ne oldu sana böyle birden bire
Gene suratın neden asık
Yoksa bir başka dost mu buldun kendine
gene neden uzattın cefa elini
Neden ayağını bizden çekiverdin
Ey parçam benim, sevgilim.
Kötü şeyler söylemiş düşmanlar sana
Yalancılık etmişler kandırmışlar seni
Dün gece içlendim, acındım, bir hal oldum
Gözüme bir damla uyku girmedi
Ey sıcak soluğum benim kalk
Ey dün gecem benim geri gel
Ne gördün nasıl gördün söyle
Böyle çaresiz bırakma bizi
Bir ayna almışsın eline yüzüne bakıp duruyorsun
Perdemizin ardına girmişsin, yırtmışsın perdemizi
Ah, çareme nasıl yol bulayım bilmem ki
Seni gördüğüm günden bu yana
Akıl mı kaldı bende fikir mi kaldı sanki
İşte gönül yurdunun kapısı ardına kadar açık
İşte her yanda ayak izlerin senin
Ne diye düşmanların kapısına koşarsın hala anlamadım
Ne diye hala onların evine girersin
Nerde senden bir söz açan görsem
Hep onun ağzına bakar harap olur biterim
Onda senden bir şey görsem aklıma kötü şeyler gelir
Sakın bu hırsız falan olmasın derim
Derim, sen bunu nerden buldun
Sen bunu nereden aldın, derim
Ey rum ülkesinin övündüğü Şemseddin
Bir daha yüzünü çevirip bakmadın bize
Artık şu dünyanın sensiz hiç tadı yok
Dünyada her şey gözünü seninle açardı
Sen her şeyden olgun ve güzeldin
Bize Tebrizden bir habercik salarsan
Sana kalk bu yana gel kalk gel derim.
 
Kalk gel derim seni doğuran büyüten toprağa.
* * *
Aya öfkelenmişim ben işte böyle kapkaranlık bir gece olmuşum
Padişaha kızmışım çırılçıplak bir yoksul olmuşum
Güzeller sultanı gel demiş evine çağırmış beni
Ben bir yolunu bulmuşum, yola başkaldırmışım.
Sevgilim baş çeker, nazederse, gamlara atar kararsız korsa beni
Bir kere bile ah demeyeceğim inad için, ah’a da kızmışım ben.
Bir bakarsın altınla aldayır beni O
Bir bakarsın şanla şerefle aldatır beni
Oysa altın falan istemiş değilim ondan,
 
Şanla şerefe hele çoktan boşvermişim
Ben bir demirim mıknatıstan kaçıyorum,
Bir saman çöpüyüm ben mıknatıslara yan çizmişim
Ben öyle bir zerreyim ki , bütün aleme isyan etmişim.
Havaya toprağaisyan etmişim, ateşe suya isyan etmişim.
Altı yöne isyan etmişim, beş duyuya isyan etmişim
Hava, toprak ateş su da neymiş ki,
Altı yön de neymiş, beş duyu da ne?
Benim hiç bir şey umurumda değil...
* * *
O kapıyıkapa gayret kemerini kuşan
Bize can şarabını sun,bu meyhaneye aşık kişileriz biz
Hem çok uzaklardan geliyoruz bak, çok uzaklardan.
O kapıyı kapa,gel sen asıl bizi gör,gör halimizi acı
Bir başka kapıyı aç,işte nah şurda gizli bir kapı
Bir büyük sağar bul getir bize,
Sonra doldur şarabı eski dostluğumuzun şerefine
O kapıyı kapa, gel bizi yıka, arıt.
Hani bir gün bilmem unuttun mu, biz hepimiz uykudaydık,
Sen bir tekme atmıştın bize, derken bir , bir daha.
Siçramiş uyanmıştık uykudan, oturup şarap içmiştik sonra
Şarap başımıza vurmuştu, o zaman olmuştu işte ne olduysa.
Denizleri yüksük gibi gören timsahlarız artık,
Tirit mercimek aşerleri değil.
Hadi, inadı falan bırak,inadı bırak ta kendine gel,
Bize şarap ver, şarap...
* * *
N E V A K İ T O L A C A K
N E V A K İ T O L A C A K
N E V A K İ T O L A C A K
N E V A K İ T ...
Ş A R A P O L A C A K
Ş A R A P O L A C A K
Ş A R A P O L A C A K
Ş A R A P...
B E N O L A C A Ğ I M
B E N O L A C A Ğ I M
B E N O L A C A Ğ I M
B E N...
O O L A C A K
O O L A C A K
O O L A C A K
O...
* * *
Kulağını ver dinle bak,a ses başı ne diyor.
Bu mahallede bizden bir gönül eri kayboldu diyor.
Derken ansızın biri yolda izini buldu diyor
Belirtileri görün işte diyor.
İşte al kanlar içinde bir elbise diyor,
Ne zamandır O’nu aradık,yandık yakıldık,
Ne zamandır O’nu arayanlar her yönde dövündüler,
Ne üst kodular, ne baş.
Aşıkları kanı hiç eskimiyor, unutulmuyor.
Aşıkların kanı nasılsa hep öyle kalıyor,
Hep öyle taze sıcak.
Bu eski bir kan davasıdır deme sakın
Atma kulağının arkasına şu lafı
Kan bir kere eskidimi kararır kurur ama
Aşıkların kanı durmayacak,gönüllerden biteviye akacak,
Bu buzağa sığınan senin kanlı bakışındır
O büyük sağarı sunan senin nergis gözlerin.
Sarhoşça gelen de onlar, gönüller çalan da onlar
Adamı can evinden vuran da onlar
Ya o yok olunca sen çık ortaya
Ya da o kaybolan gönlü geri ver.
Ey gönül, o şeker gibi gönülden bir parçacık yüz bulursan,şükret haline.
Bütün alem denizin bir damlasında erimiş gitmiş ama
Bir sinek o şekerden sanki ne kadar yer
Bir gün sende böyle öldürülürsen
Sonsuzluğa erecek, hep diri kalacaksın, diri
Öyle bir şehidin canından selam Tebriz’e...
* * *
Kusuruma bakmayın benimdostlar, bağışlayın beni.
Ben davullara, bayraklara aldırmayan bir padişahın yoluna düşmüşüm.
Deli divane olmuşum, çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben,
Çok uzaklardan geçen bir hayal gibi.
Ama yok ta sayılmam hani, var olan bir şeyim ben.
Hadi ben bensiz geleyim, sen sensiz gel.
Ne varsa şu ırmağın içinde var.
Soyunalım, iki can dalalım şu ırmağa hadi.
Bu kupkuru yerde sitemden gayri ne gördük.
Bu kupkuru yerde ne gördük zulümden gayri.
Bu ırmakta ne ölmek var bize
Bu ırmakta ne gam var, ne keder, ne dert.
Bu ırmak alabildiğine yaşamaktan,
Bu ırmak iyilikten cömertlikten ibaret.
Durma çabuk gel, gelmem deme,
Ne evet demek yaraşır sana , ne hayır.
Senin şanına sadece gelmek yaraşır dostum,
Senin şanına sadece gelmek yaraşır.
* * *
Beri gel daha beri daha beri,
Bu yol vuruculuk nereye dek böyle.
Bu hır gür bu savaş, nereye dek.
Sen bensin işte, ben senim işte.
Ne diye bu direnme böyle ne diye,
Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık ne diye.
Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek.
Ne diye böyle şaşı olmuşuz ne diye.
Zengin yoksulu hor görür ne diye,
Sağ soluna yan bakar ne diye.
İkisi de senin elin ikisi de.
Peki kutlu ne kutsuz ne?
Topumuz bir tek inciyiz , bir tek.
Başımız da tek, aklımız da tek.
Ne diye iki görür olup kalmışız,
İki büklüm gök kubbenin altında ne diye?
* * *
Sen habire gevele dur bakalım
Habire usul boylu birlik çam ağacı de
Sonu nereye varır bunun nereye
Şu beş duyudan, altı yönden
Varını yoğunu birliğe çek birliğe
Kendine gel benlikten çık uzak dur
İnsanlığa karıl, insanlara,insanlarla bir ol
İnsanlarla bir oldun mu bir madensin bir ulu deniz
Kendinde kaldın mı, bir damlasın, bir dane
Ama sen canı da bir bil bedenide
Yalnız sayıda çoktur onlar alabildiğine
Hani şu bademler gibi, bademler gibi
Ama hepsindeki yağ bir.
Dünyada nice diller var, nice diller
Ama hepsinde anlam bir
Sen kapları testileri hele bir kır
Sular nasıl bir yol tutar gider
Hele birliğe ulaş, hır gürü savaşı bırak
Can nasıl koşar, bunu canlara iletir.
* * *
Olduğum gibi kim görebilir beni
Ne rengim var benim ne nişanım
Benim de bildiğim sırlar var diyeceksin ama
Hem o sırlarım ben hem de o sırları saklayanım.
Bu gönül ne vakit durulacak bilmem
Ama şu anda hiç kımıldamadan da duran benim,
Yürüyüp giden de ben.
Ben bir denizim kendi varlığı içinde taşan,
Uçsuz bucaksız,alabildiğine geniş, kıyısız, hür bir deniz.
İki dünya da yok oldu gitti bende
Artık ne bu dünyadan sorsunlar beni, ne o dünyadan.
Sen bizim aynımızsın dedim ey can!
Amma yaptın dedi, o da ne demek.
Şu gördüklerin hep benim.
Yoksa dedim sen O musun?
“Hey, kendine gel! Sus!” dedi.
“Benim ne olduğum dile gelmez..”
Öyleyse dedim sana işte dilsiz, dudaksız konuşan biri.
Yoklukta ayaksız yürümedeyim, gökteki ay gibi.
İşte sana elsiz ayaksız durmadan koşan biri.
“Böyle koşup durmak” dedi bir ses “senin nene gerek?”
Bak bana, apaçık ortadayım da gene gizliyim
Sen beni gör asıl Beni!
Eşi bulunmaz bir gizli maden olmuşum
Eşi bulunmaz bir deniz olmuşum ben
Tebrizli Şems’i gördüm göreli.
* * *
Biz gittik kalanlar sağ olsun
Doğan önünde sonunda ölür.
Gök kubbede oturanlar iyi bilir
Damdan bir taş atıldı mı düşer
Hırsı bırak kendini boş yere harcama
Şu toprak altında çırak ta bir ustada
Hiç naz etme a güzel, bu mezarda ne şirinler var ne şirinler
Ferhat gibi yok olup gittiler.
Direği yelden yapağı güzel,dayansa dayansa ne kadar dayanır
Kötüydü isek geçtik gittik kötülüğümüzle
Yiğit isek hayırla anın bizi.
Zamanın tek eri olsan bile
Bir gün gidersin sende, tek tek gidenler gibi.
Yok olmak istemiyormusun?İyi şeylerden evladın olsun.
İyiliklerin bükülmüş ipliğidir kalan
O dur dünyaya direk olanların canı
Şu akıp giden kum seline bak
Ne durması var ne dinlenmesi.
Bak birden bire bir dünya nasıl bozulur.
Nasıl atar bir başka dünyanın temelini
Bu kupkuru yerde ben Nuh’ un gemisi
Ömrümün sona ermesi de tufan.
Girdik susanlar arasına yattık uyuduk,
Çığlığımız sınırları aştıydı nasıl olsa.
* * *
Gel muştusu erişti canım
Gel diyor yüceler yücesi
De sen de can ol kanatlanıp uçma,
Kurak yerde dalgaların sesi duyuldu birden
De sen balık olda sıçrayıp denize dalma
Davullar dövdürüp geri dön diyor sultan
De sen doğan ol da, avdan eteğini çekip sultana doğru kanat açma.
Sonsuzluk güneşi aşk yurdunu ışığa boğdu,
De sen aşık ol da semağa başlama.
* * *
Can bağışlıyor o güzeller sultanı,güzellik bağışlıyor.
A güzellik vurgunu yol nereye.
Açıldı işte beden kafesinin kapısı
Uç ey kuş öz cevherine doğru uç.
İşte acı su, işte bataklık
İşte ölmezlik, işte özgürlük
Canın yüce doruğuna uç
Çık git aradan ey can
Çekil de ayrılıktan kavuşmaya göçelim
Ne vakite dek taşla toprakla, çanak çömlekle dolduracağız eteğimizi.
Koynumuzu, koltuğumuzu ne vakte dek
Çekelim elimizi topraktan
Çanak çömlekten çekelim de göğe ağalım
Bu toprak kalıp nasıl kafese koydu seni,
Nasıl çuvala soktu.
Yırt çuvalı ca çevrene bak.
Yüceler yücesi rabbim, sen sor gene sen cevap ver.
Çünkü sorular bilginide sensin, cevaplar bilgini de.
 
RESSAM
Padişahı vardı ki bir ülkenin; kılı kırk yarar, haklı ile haksızı, doğru ile yanlışı tam ayırır, adaletinde kimsenin şüphesi kalmaz, verdiği karar gönül rahatlığı ile herkes tarafından kabul görürdü.
Tebaasında bulunan Çinliler ile Rumlar:
-Biz en iyi ressamız!
-Hayır, en iyi ressam bizleriz! Diye aralarında tartışır, lakin bir sonuca varamazlar.. Ulu hakem olarak Padişaha arz ederler durumlarını. O zamana kadar yaptıklarını bir bir sayar dökerler ve bununla diğerine üstünlük kurmalarına yol ararlar.
Padişah:
-Sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginiz davasında daha haklı?
Çinliler:
-Padişahım; bizlere iki ayrı oda verin, marifetlerimizi bir birimizden habersiz ve gizli olarak icra edelim... Tâ ki nihayetinde  hakemimiz olarak vereceğin karar
ile üstün olan belirlensin...
Rumlar:
-Padişahım: Tek oda verin, ama bir birimizi görmeyecek ve seslerimizi duymayacak şekilde örtülerle ayırın ortasından ki, değerlendirme vaktinde ikisini bir arada görüp karar vermek kolay olsun...
Her kes tarafından kabul gören bu fikir uygulandı. Bir oda, Çinlilerle Rumların bir birlerinden habersiz çalışabilecekleri şekilde ortadan ikiye ayrıldı..
Çinliler her sabah türlü türlü boyalar istediler, padişah hazinelerini açtırarak her isteneni verdi.
Rum ressamlar ise:
-Pas gidermekten başka ne resim işe yarar, ne de boya... dediler kendi kendilerine. Kapılarını kapatıp başladılar duvarlarını cilalamaya. Gök gibi tertemiz, saf ve berrak hale getirdiler duvarları. "İki yüz renge boyamaktansa renksizlik daha iyi, renk bulut gibidir, renksizlik ise ay... Bulutta parlaklık ve ışık görürsen bil ki yıldızdan, aydan yahut güneştendir..."
Çinli ressamlar işlerini bitirdiler haber verdiler, padişah gelerek yapılanları seyre daldı. Hepsi akıldan, idrakten dışarı, fevkalade güzel şeylerdi. Perdenin kaldırılmasını emretti. Görülenler karşısında gözler adeta yuvalarından fırladı... Hayret nidaları salonu doldurdu... Çinli ressamların yaptıkları tüm
resim ve nakışlar odanın cilalanmış duvarına vurmuş, orada bulunanların tamamı diğer duvarda daha iyi görünüyor, resimlerin akisleri göz alıyordu.
Oğul dedi bu kıssayı anlatan; Rum ressamları sofîlerdir. Onların ezberlenecek kitapları, dersleri yoktur... Gönülleri adamakıllı cilalanmış; istekten, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmıştır. O aynanın saflığı, berraklığı gönlün vasfıdır. Gönüllerini cilalamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuştur. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler.
VAİZ
Bir vaiz vardı... Minbere çıktığı zaman ilk işi şöyle dua etmek olurdu:
-Ya Rabbi!.. Kötülere, fesatçılara, isyancılara merhamet et. Hayır sahipleri ile alay edenlerin tümüne, kafir gönüllülere, kilisede bulunanlara yardım et...
Ona:
-Hiç böyle bir adet, böyle dua görmedik. İyileri, hayır  sahiplerini, dua edilmeye layık olanları bırakıp; nerede beddua edilmesi gereken it, kopuk, zararlı insan varsa onlara dua ediyorsun.. Bu mertliğe, insanlığa, yiğitliğe, fazilete sığmaz... dediklerinde:
-Ben onlardan iyilikler gördüm, bu yüzden onlara dua etmeyi âdet edindim... diyor.
-Onlardan ne iyilik ulaşabilirki insana... olsa olsa ancak bela gelir bulur. Sen galiba iyiden iyiye karıştırır oldun her şeyi... İyilik nerede, o saydıkların nerede?. Ateş ile su gibi.. Asla bir arada olamazlar.
-Hayır dostlar hayır!. Yanılıyorsunuz!. Dua ettiklerim var ya; o kadar kötülükte bulundular, o derece zulüm, eza, cefa edip incittiler ki beni, sonunda şerden kurtarıp, hayıra ulaşmama vesile oldular.
Ne vakit dünyaya yöneldim ise onlardan eziyet gördüm, dayak yedim, bu nedenle iyilik tarafına kaçar oldum.
Beni o kurtlar yola getirdiler... İyiliğime sebep oldular..
Ey aklı başında olanlar!.. Bu yüzden onlara dua etmek boynumun borcudur.
Kul dertten elemden Allah’a sığınır, O yüce Padişaha sızlanır, uğradığı zahmetten yüzlerce şikayette bulunur da, Allah:
-Gördün ya, sonunda dert ve zahmet seni bana yalvartır hale getirtti, seni doğrulttu. Sen; seni yolundan alıkoyandan, bizim kapımızdan uzaklaştırıp kovandan şikayette bulun. Hakikatte her düşman senin ilacındır... Çünki ondan kaçar, saklanır, gizli yerlerde Lûtfumdan yardım dilersin... Dostlarınsa; hakikatte
düşmanlarındır, onlar; seni meşgul ederek benden uzağa düşürürler...
Bir hayvan vardır, adına porsuk derler... dayak yedikçe semirir, şişmanlar... İşte mü’minin canı da gerçekten porsuğa benzer... O da zahmet ve meşakkatlerle kuvvetlenir semirir. Bu yüzden en büyük zorluklara uğrayanlar Nebi ve Resullerdir... Onların çektiği meşakkat, bütün cihan halkının çektiklerinden daha
üstün, daha fazla idi. Çünki; canları da bütün canlardan daha büyük, daha üstündü... Onun için onların uğradıkları belalara başka kimse uğramamıştır...
Bir adam belada sefa görürse bela tatlılaşır... Hasta iyileştiğini görünce ilaç kendisine hoş gelir... Kötü kişi de başkalarına fayda verir ama, kendi hakkında Allah’ın merhametinden çıkarılmış olur. Başkalarından gelen merhamet, dua ona
ulaşmaz, çünki; uzak düşmüşlerden olur...

Mesnevi:4.Cilt-Sayfa:7-8-9-10
 
HIRSIZLAR VE PADİŞAH

Sultan Mahmut, bir gece yalnız başına şehri dolaşırken bir grup hırsıza rastladı.
Hırsızlardan biri:
- Ey Adem oğlu sen kimsin, diye sordular.
O’ da:
- Bende sizlerden biriyim, dedi.
Daha önce onu hiç görmedikleri halde, her biri, diğerlerinden birinin arkadaşı olacağı zannı ile padişaha ilişmedi, "yabancı biri olsa, hiç tanımadığı, kılıklarından halleri belli olan böyle bir topluluğa kolayca yanaşıp ta; bende sizdenim, diyebilir mi hiç" düşüncesi rahatlattı herkesi. İlişmediler, kabullenip kendi haline bıraktılar.
İçlerinden birisi:
- Ey hile ve düzende mahir olanlar!.. Haydin herkes hünerini bir bir sayıp döksün ortaya da, kimlerde neler var bilelim, dedi.
Birisi dedi ki:
- Benim kulaklarımda öyle bir hassa var ki, köpek havladığı zaman ne dediğini anlarım.
Diğerleri burun kıvırarak:
- Bu iki metelik eder ancak, dediler.
Bir başkası:
- Benim bütün hassam gözümdedir. Geceleyin karanlıkta kimi görsem, hiç şüpheniz olmasın ki, gündüz gördüğümde onu tanırım, dedi.
Başka biri:
- Benim bütün hünerim kolumdadır. Bu kuvvetle duvarları delerim, dedi.
Diğer biri:
- Allah bana bir burun vermiş ki; "İnsanlar madenlere benzer" sırrına ermişim. Toprağın bedeninde ne kadar para var, hangi maden gizli, masrafı kendinden fazla olur mu... derhal anlarım, Mecnun gibi toprağı koklayıp, yanılmadan Leyla’nın
toprağını seçerim. Her gömleği koklarımda, içinde Yusuf mu var, şeytan mı bilirim, dedi.
Başka birisi:
- Marifetim elimdedir benim, dağın başına kadar kement atarım. Ahmet gibi: O bir kement attı göklere, taa "Beyt-i Ma’mur’a" ulaştı da, "Attığını benden bil, sen atmadın ben attım" dendi  ya, benim kemendim de  çook yerlere ulaşır.
Nihayet dediler ki:
- Ey vefalı ve yüce dost!.. Söyle bakalım senin hünerin nedir?..
Sultan Mahmut:
- Benim bütün hünerim sakalımdadır. Öyle ki: Suçluları cellada verdiklerinde; sakalım oynayınca kurtuluverirler tüm cezadan da, ölümden de. Ne bir dertleri kalır, ne elemleri.
- Kutbumuz sensin, minnet gününde kurtuluşumuz senden olacaktır, hiç kimsede sendeki bu hünerin eseri dahi yoktur, dediler. Sultan Mahmut’u kendilerine lider seçtiler.
Sonra hep beraber yola dizildiler, soymak için saraya doğru başladılar ilerlemeye. Bu sırada sağ taraflarında bir köpek havladı.
Köpek sesinden anlayan hırsız:
- Köpek diyor ki; padişah sizinle beraberdir.
Kement atan, yüksek bir yere kement attı, hepsi tırmanıp çıktılar. Koku alan devamlı etrafını koklarken:
- Hah!.. Bulduk... Şurada eşsiz bir hazine var, dedi, padişahın hazinesinin duvarını göstererek. Delik delen deldi duvarı, içeri girdiler, her biri gücü yettiğince, umudunun ulaştığınca aldı alacağını, çıkıp döndüler yerlerine.
Padişah geçtikleri yolları, hırsızların eşkallerini, her birinin aldıklarını iyice kafasına not etti, uykuya daldıklarında gizlice ayrıldı yanlarından, sarayına döndü. Muhafızları, kolcuları, askerinden yiğit olan bir bölüğü, hırsızların yerlerini tarif ederek yolladı. Hırsızların tamamını tutup getirdiler huzura. Tir tir titriyordu hepsi.. Hemde büyük bir şaşkınlık içinde olarak. Öyle ya kendilerini kimse görmemişti, daha üzerinden bir gün bile
geçmemişti soygunun. Elleriyle koymuş gibi yakalanmışlardı askerler tarafından.
Geceleyin kimi görse, onu gündüz tanıyan kafasını kaldırıp padişahın yüzüne bakar bakmaz tanıyıverdi yüce Sultanı.
Arkadaşlarına dönerek:
- Padişahımız; gece bizimle olan, sakalı hünerli arkadaşımızdır, dedi. Nerede olursanız olun; O sizinledir, denilen padişah budur işte arkadaşlar. Ben O’ndan ümmetimi isteyip, şefaatte bulunacağım. Biz can gibi balçığa kakılıp kaldık. Kıyamet gününde can güneşi sensin. Ey gizlice yürüyen padişah; vakit geldi. Kerem et, hayırlısıyla sakalını bir oynat. Biz hepimiz hünerlerimizi gösterdik, fakat o hünerler ancak bahtsızlığımızı arttırdı, boynumuzu bağladı da baş aşağı düştük, alçaldık.
İşe yaradı, gece gördüğünü gündüz tanıyanın söyledikleri.
Zaten diğerlerinin marifetleri; insana yolunu şaşırtan gulyabaniler gibiydi. Yalnız geceleyin padişahın yüzünü gören göz başka. Zaten padişah ta ondan haya eder..
Affedilirler ..
Mesnevi:6.Cilt-Sayfa:223-........-230
AT
Bir beyin çok güzel bir atı vardı. O kadar güzeldi ki sultanın  sürülerinde dahi onun ayarında olan yoktu.Bir gün,bu bey atına binip sultanın süvari alayı ile resmi geçide  katıldı. Harzemşah’ın gözü ata takıldı. Yürüyüşü, rengi, çalımı, çevikliği aklını başından aldı, gözü başka şey görmez oldu. Hangi uzvuna baksa diğerinden daha güzel görünüyor, eşsiz bir güzelliği seyretmenin sarhoşluğunda, başka bir alemde, mest olmuş vaziyette idi. Kendine gelir gibi oldu bir ara, gözlerini ovuşturdu:
- "Allah... Allah!... Bu nedir ki aklımı çeldi, beni benden aldı götürdü sanki!.. Gözüm bunun gibi yüzlerce, binlerce at görmüştür, toktur... Bu at nasıl olur da aklımı çeler?.. Yoksa büyü mü yaptılar at ile?.. "
Fatihalar okudu içinden defalarca, Lâhavle çekti tespihler dolusu.. Nafile!.. Azalmak şöyle dursun, daha da artmıştı içindeki tutku. Çünki Sultan Harzemşah’ı çeken zaten Fatiha’nın kendisiydi. Fatiha bir dileğin olmasında, bir kötülüğü
def etmede bire birdir ama, ona bu derdi veren  zaten Fatiha’nın sahibiydi.
Göze başkalarını göstermesi O’nun işidir. Gözden, kendisinden başkasının kaybolup, göz yalnız Hakk’ı görürse bu da O’nun uyandırmasıdır.
Harzemşah iyice anladı ki gönlünün akması Allah’tan, O’nun her an eşsiz şeyler yaratmasındandır.. O’nun hilesiyle taştan öküzler, atlar yaparlar secde ederler ve de onlara göre de bu putların ikincisi yoktur. Halbuki putta ne bir kuvvet, ne de kudret vardır da; gizliden gizliye gönülleri çeken nedir?.. O, bu aleme başka bir alemden patlamadır. Bu pusuyu akıl da göremez, can da. Ben göremiyorum, sen görebiliyorsan gör!...

Gezintiden dönünce saltanat erkanının ileri gelenlerini topladı, sırrını açtı.
Adamlarına derhal o atı , beyden alıp getirmelerini emretti.  Ateş gibi koşup vardılar beyin yurduna askerler, tuttukları gibi küheylanı, o dağ gibi beyin gık bile demesine fırsat bırakmadan aldılar, getirip sarayın tavlasına bağladılar.

Sultanın yurdunda İmadülmülk bir bayrak, bir sembol, sığınılan bir liman, her kesin boyun büküp, kararlarına teslim olduğu bir ulu zattı.  Ulular içinde ondan ulusu yoktu. Sultanın tapısında adeta bir peygamberdi. Vezirliğe, mala, mülke hiç tamahı olmayan; soyu sopu temiz bir zahit idi.. Gece gündüz demez, zamanını kullukla değerlendirir, çok da cömert idi.  Tedbir ve yönlendirmelerinde yanıldığı görülmemişti. Ama kimi kimsesi olmayan bir garipti!.. Her ihtiyaç sahibine baba, sultan katında şefaatçi, huyu kimselere benzemez, halkın ahlakından farklı, sözü dinlenir bir yardımsever idi!.. Derdi olan ona koşar, anlatır, derman arar idi.
Beyde ona koştu, derdini anlatmaya başladı:
- Haremimde neyim varsa hepsini alsın, varımı yoğumu yağma ettirsin, lakin şu tek at yok mu?.. O benim canımdır, ciğerimdir!.. Elimden alınırsa, bil ki yaşayamam, ölürüm. Kadına sabrederim, altınım, akarım olmasın... gam çekmem. Sözlerimde hiç bir yalan ve ilave yoktur. Anla halimi de bir tedbir eyle!..

Gözleri yaşardı İmadülmülk’ün. Doğruca koşarak sultanın huzuruna vardı. Saygılı bir biçimde ellerini birleştirdi önünde, ağzı yumuk, devamlı yalvarıyor, dualar ediyordu Allah’a içinden: "Senden başkasına sığınmak doğru değil. Onun yaptıklarına bakma. Sen, sana layık olanı yap .. O; tutsak olan kullarından, kurtuluş beklemede.  Yoksulundan sultanına kadar bu halkın hepsi muhtaçtır..
Yüceliklere sahip güneş dururken, mumdan yollarını aydınlatacak medet beklerler.
Parlak güneş meydandayken, mumdan, kandilden aydınlık istemek ahmaklıktır. Fakat şüphe yok ki bizim şanımız; edebi terk etme, nimete karşı küfranda bulunma, heva ve hevesimize uymadır... Sen; kendi şanına uygun olanla onurlandır..."
İmadülmülk’ün gönlünden geçen bunlar idi.
Harzemşah:
- Söyle; mülkümüzdeki kutlu kişi, söyle de isteğini yerine getirelim.. Bu kapıdan döndürülmeyensin... Bilirsin!... 
- Bu bey bana müracaat etti, sen onun kusuruna bakma. Olanları anlattı. Ben de meraklandım: Sultanımın beğendiği at alelade bir şey olmamalı diye düşündüm, meraklandım. O atı bir de ben görmek isterim, dedi İmadülmülk.
Harzemşah emir verdi, çavuşlar atı bahçeye çıkardı, her kes etrafını sardı, hayranlıkla seyrederlerken:
- Ey büyük adam, güzel bir at değil mi? Sanki yeryüzünden değil de, cennetten gelmiş, dedi Harzemşah..
İmadülmülk:
- Pek güzel, pek dilber bir at ama, sultanım; dikkat ederseniz bedenine göre başı kusurlu!.. Adeta öküz başına benziyor!..
Bu söz Harzemşah’ın gönlüne tesir etti, at gözünden düştü!..

"Allah’ın ipine sarılınız!.."  Allah’ın ipi nedir?. Heva ve hevesi terk etmektir.
Ad kavmine kasırga olandır heva ve heves..
Halk heva ve heves yüzünden zindandadır!...
Balık heva ve hevesi yüzünden tavaya düşer!..
Sultan Harzemşah:
- Tez götürün bu atı sahibine teslim edin, beni de bu günahtan kurtarın, dedi...
Dedi ama; öküz başıyla aldatıldığını anlayamadı bile. Şöhret sahibi bir mimar; sanatına uygun  yapar. Balkonları, sarnıçları yerli yerindedir. İçlerinde sonsuz alemler vardır. Bir kara çadıra bunca boşluğu sığdırmıştır. Gâh ayı bir kâbus gibi gösterir, gâh koyunun dibini bir bahçe gibi.. İmadülmülk’ü de yaptığı hileye sevk eden kendisi idi. O’nun hilesi her hilenin kaynağıdır. "Kalb, Allah’ın iki parmağı arasındadır!.." Gönlüne hile ve kıyası veren, hırkanı ateşe vermeyi de bilir!...
Mesnevi:6.Cilt-Sayfa:264-..........-278
ALLAH İLE AZRAİL
Allah, Azrail’e dedi ki:
- Ey Nakib; bu dertli halktan kime acırsın?
Azrail:
- Herkese yüreğim yanar, lakin emri ihmal etmekten korkarım, hatta derim ki;
Allah gençlerin yerine beni feda etse!..
Allah:
- Daha çok kime acırsın, gönlün kime yanar, hangi kula daha ziyade kavrulur?
Azrail:
- Bir gün; bir gemi, koca dalgalar arasında ceviz kabuğu gibi sallanıp dururken emir aldım, gemiyi paramparça ettim.
"Hepsinin canını al, yalnız filan kadınla o çocuğun canını alma"  dedin... Hepsi emrin mucibince deryayı boyladı, ecel şerbetini içtiler, kadınla küçücük çocuğu birer tahta üstünde kaldılar. Dalgalar tahtaları sürüklerken; "ananın ruhunu kabzet, çocuğu yalnız bırak" diye emrettin.  Ruhunu alarak çocuğu anasından ayırdım, ama sen de bilirsin ki, bu bana o kadar acı geldi ki, çok büyük yaslar gördüm, o çocuğun acısı içimden hiç çıkmadı!.. Dedi.
Allah:
- Ben o çocuğu kendi lûtfumla yetiştirdim. Dalgaya: "Onu bir ormana at!.." Dedim. O ormanı; güller, reyhanlar, sümbüller, yenmesi hoş meyvelerle bezedim. Binlerce güzel sesli kuşlar, tatlı pınarlar, güllerden yataklar verdim. Fitneden korudum. Güneşe; ona zarar verme, yele; ona yavaş es, buluta; onun üstüne yağmur yağdırma, şimşeğe; ona o kadar şule verme, kışa; yeşillikleri tamamen tüketme, yaza; bu bahçeyi yakma diye emirler verdim.
Şeybanı Rai gibi. Hani; o da Cuma günü namaz vakti sürüsüne kurtlar saldırmasın diye sürünün çevresine bir çizgi çizerdi. Ne koyunlar o çizgiden dışarı çıkardı, ne de kurt ve hırsız o çizgiden içeri girerdi. Hûd’un okuyup üflediği daire gibi. O’ da bu çizgiyle kendine uyanları kasırgadan korumuştu!.. Onlara:
- Sekiz gün bu çizginin içinde kalın, susun ve sabredin, dışarıda kalanların uğrayacağı işkenceyi seyredin!.. Demişti. Kasırga, çizginin dışında bulunanları havaya kaldırıp, taşlara çalıyor, etini, kemiğini bir birinden ayırıyor, kimileri de havada çarpışıyor, o kahırdan gök bile tir tir titriyordu.
- Ey soğuk rüzgar: Eğer bunları kendiliğinden yapabiliyorsan, haydi, Hûd’un çizdiği çizgiden de içeri gir!.. Ey tabiata inanan:
Ya tabiattan üstün olan şu Sultan’ı gör, inananlara katıl, yahut ta bu ayetleri Kur’an’dan çıkar. Kur’an okuyanları men et okumasınlar, okutanlara yalvar, yakar, para pul ver, öğretmesinler.  Âcizsin!.. Bu aczin nereden diye şaşırmışsın!.. Senin aczin, kıyamet gününden meydana gelmektedir.
Hasılı o mekan ârifler bağı gibi sam yelinden de korunmuştu, kasırgadan da..
Bir kaplan yavrulamıştı. Ona:Çocuğa süt vermesini emrettim, itaat etti. Nihayet çocuk gelişti, irileşti, büyüdü. Bir peri ile ona konuşmasını öğrettim. Yüzlerce inayetlerde bulundum, bu surette benim lûtfumu vasıtasız olarak görsün istedim.
Vasıtasız olarak nasıl besledim; anladı bildi!.. Ey Allah’ın kulu; buna karşılık şükrane olarak Nemrut oldu o,Halil’i yakmaya kalkıştı!.. Nitekim bu şehzade de padişaha şükran olarak ululandı, mevkiinin daha yükselmesini istedi: "Ben neden başkasına tabi olayım, benim de bir ülkem var, ben de yeni bir  ikbale sahibim!.." Dedi. Padişahtan gördüğü lütuflar, ululandığı için gönlünde örtüldü gitti. Nemrut da bunun gibi bilgisizlik ve körlük yüzünden o lütufları ayağının altına aldı. Şimdi kafir oldu, yol kesmede, ululanmada,Tanrılık davasına kalkışmakta!..
İbrahim’i  öldürmek için binlerce suçsuz çocuğu öldürttü. Vahyi
getirecek çocuk yetişti de, başkalarının kanları boynunda kaldı.
Şüphe yok ki kötü arkadaş olan nefis; yırtıcı bir kurttur. Sapıklık aleminde her kele bir külah vardır. Ey yoksul!.. Onun için köpeğin boynundan tasmayı çözme. Bu köpek terbiye edilse bile,  yine de köpektir. "Ne mutlu nefsini aşağılayana!.." Hükmüne uy. Taif sahtiyanı gibi, Süheyl yıldızının etrafında dönersen farzı yerine getirmiş olursun da, o deri şerrinden kurtulursun!.. Bu suretle de sevgilinin ayağına giydiği çedik olursun!..
Mesnevi:6.Cilt-Sayfa:382-......-387
MİRASYEDİ
Mal, mülk, para, kumaş, hanlar, hamamlar, atlar, davarlar bir bir çıktı elinden mirasyedinin. Miras malının vefası olmaz derler zaten. Alın teri ile kazanılmadığından, kıymeti bilinmez, kolay elde edildiğinden; geldiği gibi kolayca gider. Allah’ta bu canı bedava verdiğinden, canın kıymeti bilinmez!..
Adam kala kaldı ortalıkta. Ne bir geçim yolu, ne karın doyuracak kuru ekmek!... Başını sokacak bir evinden başka hiç bir şeyi kalmadı!.. Eski dostlar mı?.  Eskidi onlar!.. Eskiyen, dost edinilirse; malum akıbet kaçınılmaz olur!.. Sen sen ol; eskiyecekleri dost edinme!.. Ne terk et, ne terk edil!.. Seven ile sevilenin bir olduğudur dost!... Onda ırak düşme olur mu?
Zaten kendisi!..
Bir!..
Yalvardı Allah’a, yalnızlığı kalbinin köşesinde hissedince:
- Ya Rabbim!. Beni kurtar, yardım et!.. Lûtfet, bir geçim ihsan eyle!.. Verdiğin malın, mülkün hepsi gitti. Kıymetini bilemedim..  Ne bana bir hayırı oldu, nede yoksullara yardımda bulunamadım!.. Affet Allah’ım, acı bana!... Bir ışık göster!.. Diye yalvardı günler, geceler boyu.
Mirasyedinin azgınlığı gitti, gözlerinden yaşlar boşaldı.
Gözyaşları, din mahsulüne su verdi!..
İhlas sahipleri; ağlar, sızlar, dua ederler. Onların istekleri Arş-ı Âla’ya kadar yükselir. Bunun üzerine melekler:
- Ya Rabbi!.. Sen ki her duayı kabul edensin. Sığınılansın. Mü’min kulun yalvarmada, onun senden başka kimsesi yok!.. Yabancılara bile ihsanda bulunursun. Her istekli, dileğini senden ister!..
Allah:
- Bu onu horlamak için değildir. Geç ihsanda bulunmam, onun faydasınadır. İhtiyacı onu gafletten ayılttı, bana çevirdi.. Dileğini hemen verirsem; yine döner, o oyuncağa kapılır, gaflete dalar gider..
Gerçi:
- "Ey sığınılan, en düşkünlere yardım eden!.. Allah’ım!.."
Diye gönlü kırık, perişan bir halde ağlayıp, sızlanmada, ama, bırakın ağlasın, sızlasın!.. Bana onun sesi hoş gelmekte.. "Ya Rabbim!.." demesi, sırlarını söylemesi hoşuma gidiyor. Yalvarması, başından geçenleri anlatarak beni kandırmaya çalışması hoş geliyor!.. Dudu kuşları ile bülbüller, sesleri
nedeniyle kafeslere konur. Siz hiç kuzgunla, baykuşun kafese konulduğunu gördünüz mü?.  Güzel seven bir fırıncının yanına iki kişi gelse, biri ihtiyar, diğeri genç ve güzel bir delikanlı!.. Ekmeği kime önce verir fırıncı?.. İhtiyara!.. Neden?..
Onu savıp, diğeriyle daha fazla kalabilmek için.. Geciktirmek için bir çok hileler, nazlar yapar!..
- Evden taze ekmek gelecek!..
- Biraz daha bekle de sana helva da vereceğim, der...
Türlü oyunlarla onu geciktirmenin yollarını arar!... Anladınız mı?... İşte mü’minlerin; bir murada  hemencecik erişememeleri, iyice bil ki bu yüzdendir!..
Yalvarıp yakarmaları, gözyaşları işe yaradı, tesirini gösterdi sonunda. Israrla çalınan kapı açılır mutlaka.. Rahmetler saçan bu kapıyı kim dövdü de açılmadı ki?..
Rüyasında müjdeci ona:
- "Allah dualarını kabul etti... Mısır’a, şeker kamışlığına kadar git, filan mahallede, falan yerde bir define var. Çok değerlidir oradaki gömü.  Kaz çıkar.. Senin nasibindir o!.." dedi.
Sevinçle uyandı, ne bulabildi ise kalanlardan, yanına aldı, Bağdat’tan ayrılarak Mısır’a doğru yola koyuldu. Kalbinde zengin olmanın hayalleri, zorluklara perde oluyor, ne yorgunluk, ne meşakkat... gözü bir şey görmüyor, ha bire yürüyor, yürüyor...
Vasıl oldu sonunda istediği yere. Lakin takati kesilmiş, yanına aldıkları da tükendiğinden, açlıktan kıvranırken, çaresizlik içinde, kendi kendine:
- " Dilenmekten başka çıkar yol kalmadı.. Geceleyin çıkarım, yüzümü göstermem, yarım dirhem olsun bir şeycikler verirler herhalde.. Karnımı doyururum onunla!.." dedi.
Bu düşünceyle çıktı, uzun uzun dolaştı mahalleler arasında. Bazen utanıyor isteyemiyor, açlık galip gelince de:" Haydi iste!.." diyor... Gece yarısını geçinceye kadar böyle bîkarar dolaştı durdu. Ansızın bekçi yakaladı adamı, sokağın başında.. Civarın  sakinleri çok çekmişti hırsızlardan, onun için bekçi tutmuşlardı..
Padişah da:
- Geceleyin kimi sokaklarda dolaşırken görürseniz yakalayıp elini kesin hemen, velev ki benim akrabam dahi olsa!.. Onlara merhamet yok, yalanlarına zinhar kanmayasınız!.. diye ferman çıkarmıştı.
Hırsız yakaladığını sanan bekçi önce, hiç bir şey sormadan evire çevire bir güzel dövdü, taa ki yoruluncaya kadar!..
- Dur, ne olur yapma!.. Söyleyeceğim!.. diye yalvarıp yakardı bizim mirasyedi.
Bekçi: 
-Peki, söyle bakalım; gecenin bu vaktinde ne arıyorsun buralarda?.. Sen buralı değilsin, belli .. doğruyu söyle.. arkadaşların var mı?.. Yerlerini söyle ki kurtulasın, yoksa, bundan öncekilerin de öcünü senden alırız, diye tehditler
savurmayı da ihmal etmedi. Adam ağız dolusu yeminler etti,
- Ben ne ev yakan birisiyim, ne de yankesici!.. Hırsız veya zalim hiç değilim. Ben Bağdatlıyım, dedi... Başından geçenleri, rüyasını, bir bir anlattı.
Yemininden doğruluk kokusu geliyordu. Bekçinin gönlü rahatladı, adamın doğru söylediğini anladı.
- Evet senin hırsız olmadığına inandım. Kötü de değilsin ama aptalsın, ahmaksın!. Bir rüyaya inanmış, bir hayale kapılmış, bu kadar yol aşıp buralara kadar gelmişsin!.. Aklın yok galiba!.. Ben yıllardır, devamlı; Bağdat’ta, filan mahallede, falan sokaktaki filanca adamın evinin bahçesinde ki elma ağacının,
kıble tarafında  define gömülüdür, git onu çıkar, dediler de, rüyaya inanıp, bir serabın peşinden koşmadım!.. Ahmak adamın rüyası da ahmakça olur.
Bil ki; aklı da, ruhu da zayıf olduğu için kadının rüyası, erkeğin rüyasından daha aşağıdır, daha değersizdir.
Adam aptallaşmıştı, kendinden geçmiş gibiydi.
- "Şimdi de bir başka rüya da mıyım?.. Bekçi tam da Bağdat’taki evimizi tarif ediyor!.. Allah Allah!.. Ululuğuna hudut yoktur Allah’ım!.. Hazine evimdeymiş de haberim yokmuş. Definenin başında yoksulluktan ölüyormuşum!.." diye geçirdi
içinden. Ne derdi kaldı, ne yoksulluğu.. Ne açlığı kaldı ne susuzluğu..
- "Nasibime ermek için bu sıkıntıya uğramam lazımmış, halbuki ölümsüzlük suyu benim bahçemde imiş... Kendimi müflis sanıyordum, o körlüğe rağmen bu nimete nail oldum .. Bana ister ahmak de, ister aşağılık bir adam.. O define benim
oldu ya, sen ona bak!.. Muradıma erdim şüphesiz, dertli de desen fark etmez. Sence dertli olabilirim ama, kendimce hoşum!.. Eğer bu iş aksine olsaydı, sana gül bahçesi, bana hor hakir.. Ne yapardım o zaman!..."
Bunları düşünürken; bekçinin yüzüne baktı,ışıldayan gözlerle ve gülümseyen yüzüyle... 
- Kal sağlıcakla, Allahaısmarladık  bekçi baba, sağol!.. dedi, yüzü Bağdat’a dönük, yorgun adımlarına taşıtmaya çalıştığı bedeniyle süzüldü karanlıkta kayboldu....

Mesnevi:6.Cilt-Sayfa:334-........-344
BORÇLU
Bedrettin Ömer,Tebriz şehrinin muhtesibi idi. (Satılan mallardan vergi alan memur, yahut  polis veya belediye zabıtası görevini yapan kimse.) Cömertlikte eşi, emsali yoktu. Hatta denebilir ki onun sahaveti memleketin dört bir yanını tutmuştu. Öyle bir erdi ki; gönlü adeta bir deniz, her kılı dahi sıfatını yansıtan numune gibi idi. Birisine denizler dolusu iyilik yapsa, verdiğinden
utanır, onu insanlara layık görmezken;  yapılacak olan en küçük iyiliği de, kendisine yakıştıramazdı. Kapısına gelen asla boş çevrilmez, ihtiyacı giderilirdi. Bir yoksul tam dokuz bin altın borçlanmış, civar memleketlerden kalkarak Tebriz’e gelmişti, muhtesipten bir kerem umarak. Zira duymuştu ki; o gariplerin
dostu, hatta akrabası gibi imiş... Arz etti durumunu, anlattı başından geçenleri teker, teker. Muhtesip yanına aldı garibi, iş verdi. Hakkettiğinden daha da fazlasını vererek kendisine, para biriktirmesini sağlayıp, borcunu ödemesi için bir kapı açmıştı.
Garip, Tebriz’e geliş sebebini çıkarmış aklından, muhtesipten alacağını umduklarına dayanarak, sağdan soldan tekrar borç etmeye, aldıklarını da har vurup, harman savurmaya başlamıştı.  Borç verenlerin yüzü asılıyor, o ise; ululuklar, keremler bahçesinin lütuf denizine dayanarak, kimsenin yüz ekşiliğine aldırış etmeden, gül gibi gülüyordu. Bir gün Garip, muhtesibin evinin önünde gördüğü kalabalığın sebebini
sorduğunda;
- O dost vefat etti!.. Evvelsi gün dünya yurdundan göçtü!.. Bu gam yurduna doymuştu zaten, gemisini sürdü, gitti!..
Güneş;gölgesine sığınılanın, gölgesini dürüverdi, dediler.
Garip bunları duyunca öyle bir nara attı ki, kendinden geçti, sanki o da muhtesibin ardından can verdi. Yüzüne gülsuyu serptiler, sular saçtılar, yol arkadaşları üzüldüler haline .. Geceye kadar kendine gelemedi, gece yarısına doğru canlandı ama, yarı ölü halde...
Aklı başına gelince yalvarmaya başladı Allah’a:
- Ya rabbi!... Suçluyum, halka ümit bağladım .. Evet muhtesip çok cömert idi ama, hiç de senin eşin olamaz!.. O külah bağışlar, sen; akıl dolu baş verirsin!..
O kaftan verir, sen; boy pos verirsin. O altın verir, sen; altın sayan el!.. O katır verir bana, sen; ona binecek akıl!.. O bana ışık verir,sen; aydın göz!.. O meze verir, sen; onu yiyecek kabiliyet!.. O maaş verir, sen; ömür ve hayat!.. O oda verir, sen; gök ve yer!.. Senin verdiğin sahada onun gibi yüzlercesi yaşar.
Altın senindir, altını o yaratmadı. Ekmek senindir, ekmeği sen bağışladın!.. Ona cömertliği, merhameti veren de sensin!.. Cömertlik ettiğinde duyduğu sevinci ve neşeyi de veren sensin!.. Ben onu kendime kıble edindim de, asıl kıble edilecek
makamı bıraktım!.. Yüce Allah’ım: suyla, topraktan karılmış balçığa akıl ekerken biz neredeydik?.. Sen ki; gökyüzünü yokluktan meydana getirdin, yeri döşedin!.. Yıldızlardan kandil yaptın, kilit ve anahtarını tabiatlardan !.. Açık, gizli nice şeyleri tavanla, döşemenin içine koyup, gizledin!..  İnsan yücelikler vasfının usturlabıdır, onun üstündeki ankebut da , gayb göğüyle, ruh güneşine ait şerhlerde bulunur, dersler verir!.. İnsanda ne görürsen onun aksidir, suda görünen ayın aksi gibi!.. Hani: Tavşan; gururun şaşkınlığından kendini kaybetmiş aslana; " kuyuda kükremiş aslan var, gir ondan öç al, sen ondan üstünsün!.. " der. O mukallit de tavşana kanar, maskarası olur gider.
- "Bu görünen şey suyun aksetmesinden başka nedir ki?.. Her şey iki parmağı arasında olan Allah’ın, bir hayal göstermesinden başka bir şey değildir.." diyemedi.
Kinlendin mi, duygularının esiri olursun. Halbuki her şey "O"nun aksidir. Kişideki kahır, Allah’ın kahır sıfatındandır!.. Suç olarak gördüğün, suçunun cinsindendir!.. Sendeki çirkin huy, onda göründü!.. Çünki o bir aynadır, sana!..
Güzelim; aynada çirkinliğini görünce, aynaya saldırma!..

Uçan kuşa dahi borçlanmıştı. Muhtesibin has arkadaşı kethüda; garibin borcundan dolayı dertlendikçe dertlenip, ödeyebilmenin yollarını ararken; borcu halka taksim edip toplamaya, garibi bu dertten kurtarmaya karar verdi. Şehirde kapı kapı dolaşıp garibin halini anlatmaya başladı. Fakat dilencilikle ancak yüz
altın toplayabildi. Devede kulak bile değildi. Gelip garibe anlattı durumu. Garip, kethüdanın elinden tutup ,muhtesibin mezarına gittiler.

Allah, bir kulunu kutlu bir adama konuk ederse; ev sahibi onun yoluna bütün malını, mülkünü, mevkiini serer. Nimete erene artık ancak ona şükretmek kalır. Çünki ona şükretmek, Allah’a şükretmektir. Allah; o ihsan sahibini, ihsana eş yapmıştır. İstersen; nimet ve ihsanlara karşılık Allah’ a şükret, dilersen, sana ihsan edene de şükret, onu da an!..
Mezarın başına gelince garip dedi ki:
- Ey her yoksulun dayanağı, güvendiği zat!.. Ey himmeti umulan, ey yolda kalanların imdadına erişen!.. Ey rızıklarımız için gam yiyen, bizi unutmayan, ihsanı, lûtfu; Allah rızkı gibi umumi olan!.. Ey yoksulları geçindirmek, onların borçlarını vermek için ana, baba gibi olan!.. Deniz gibi; yakınlarına inci,
uzaktakilere yağ gönderen!.. Ey güneş: Sırtımız senin hararetinle ısınmıştı, köşklerin parlaklığı da, yıkık yerlerin definesi de sendendi!.. Kaşının çatıldığını kimsecikler görmemişti!.. İhsan ederken malımdan ne eksildi diye düşünmezdin!.. Paramız, soyumuz, varımız, yoğumuz, adımız, sanımız, bahtımız, devletimiz sendin!.. Sen ölmedin; nazımız, devletimiz, geçimimiz, verile gelen rızkımız öldü!..  Biliyorum, Allah sana o alemde de ebedi bir başbuğluk vermiştir!.. Ben de senin deniz gibi cömert eline, lûtfuna, ihsanına güvenerek borçlanmıştım. Neredesin ki; lûtfunla bu tortu, saf hale gelsin!.
Neredesin ki; yeşillikler gibi gülesin de, al, onun on mislini de al diyesin, ben yeter dedikçe, sen fazlalaştırasın ihsanını. Bir alem nasıl olur da toprak altına sığar?..  Hâşa!.. Sen diriyken de bu alemden dışarıda değildin, şimdi de!..
Dokuz bin altın borcum var, elimden tutanım yok, topu topu yüz altın var elimde şehirden toplanmış, o kadar!.. Allah seni çekti aldı, ben de bu karışıklıklar içinde kalakaldım, ümitsiz bir halde!.. Gidiyorum ey güzel zat!.. Senin hasretinle, iştiyakınla dolu olan kuluna himmet et, himmeti kutlu olan!..
Ayrıldılar mezarın başından. Kethüda evine götürdü borçlu garibi. Yüz altını, mühürlü bir kağıt alıp, saydı eline. Yemek çıkardı. Yediler, içtiler. Hikayeler anlattı, derdini bir an olsun unutturmaya çalıştı. Vakit gece yarısını geçince uyku onları aldı, derinlere, ta can otlağına götürdü.
Kethüda, rüyasında muhtesibi gördü, odanın baş köşesinde oturuyordu. Diyordu ki:
- Ey dost!.. Neler söylediysen bir bir hepsini duydum. Fakat cevap vermeme izin yoktu!. İşlerin gidişatını öğrendiğimizden, ağzımızı mühürlediler. İzinsiz açamam. Gayb sırları faş olmasın, şu hayat, şu geçim yıkılmasın diye bizi söyletmiyorlar!.. Gaflet perdesi tamamıyla yırtılmasın, mihnet tenceresi ham kalmasın diye sustururlar bizi!.. Kulağımız kalmadı ama, baştan ayağa kulağız, ağzımız söylemiyor, dudağımız yok ama, baştan başa sözüz!.. Ne verdiysek burada bulduk şimdi. Bu alem perdedir,o alemse asıl, hakiki alem!. Ekim günü, ektiğini gizleme günüdür, tohumu toprağa saçma günüdür. Devşirme vaktiyse; ektiğinin zuhur ettiği gündür, o gün mükafat günü, ektiğini biçme günüdür!.. Şimdi benden o konuğuna edeceğim ihsanı duy!. Dokuz bin altın borcundan haberim vardı. İki, üç mücevher hazırlamıştım, borcuna yeter de artar bile. Vereceklerini verir,
kalanını harcar. Aslında kendi ellerimle verecektim bunları, ama, ecel galip geldi, fırsat olmadı. Defterde yazılıdır zaten, bakarsan görürsün. Bir şeylere sarıp, filanca kemerin altına gömdüm. Çok kıymetlidirler. Değerini bilmeyene sakın vermeyin. Mirasçılarıma da selam söyle. Bunun hesabı kıldan, kıla görülmüştür. Malın kıymetinin çokluğuna aldanmasınlar. Tamamını o konuğa versinler. O :"Hepsini alamam, bunlar çoktur" derse, desinler ki ona: "Bunun hepsi senindir. Sana fazla geliyorsa dilediğine verebilirsin.." desinler. Bana lazım değil derse, kapısına dökün. Oradan da kim alırsa alsın. İhlas sahibi kişiler, hediye ettiklerini geri almazlar. Verdiğini geri alan; Nebi’ye göre, köpek gibi kusmuğunu yemiş olur. Mirasçılarım pay almaya kalkarlarsa, bilsinler ki yüzlerce mihnet kapısı açılır onlara... Kethüdaya özel iki de sır verdi!.. "Bizi duadan unutmayın!.." dedi.
Kethüda; sıçrayıp uyandı, ellerini çırparak oynamaya, gazeller okumaya, başladı. Konuk da uyandı. 
- Ne sevdalardasın ey kethüda?.. Sarhoş ve güzel bir halde kalktın. Gece rüyanda neler gördün de böyle ne şehre, ne ovaya sığmıyorsun?.. Dedi. 
Kethüda:
- önlüme bir güneş doğdu,O uyanık Muhtesibi, sevgiliye ulaşmak için can vereni gördüm rüyamda!.. İstekleri vereni, bir iş için çağırılınca bin kişiye bedel olan efendiyi gördüm...
Sarhoş ve kendinden geçmiş bir halde böyle sayıp dökerken, aklı başından gitti, evin ortasına upuzun düştü. Her kes başına üşüştü, bir müddet sonra kendine geldi..  Sakinleşti, coşkunluktan sonra. Rüyasında gördüklerini, borçluya anlattı!.....
Mesnevi:6.Cilt-Sayfa:238-..........-283 
İNAT

Ticaretle iştigal eden "Sofi"nin bir gününde yaptıkları hemen hemen her gün tekrarlanır, evinden camiiye, oradan gidip dükkanını açar, Allah ne verdiyse bereketli olmasını rıza ile diler, öğlen evde yemeğini yedikten sonra biraz kestirir, tekrar dükkanına, işinin başına döner... devam eder gider... Gönlü
tok, dünya malında fazla gözü olmayan, insanlara iyilik etmek, öğrenme ve onları yaşamaya adanmış bir ömür.

Bütün bu hasletlere rağmen içini kemiren bir kurt vardı. Uzunca zamandır karısının kendine karşı tutumu değişmiş, sözünü dinlemez, yıllardır beraber yaşadığı, bir  yastığa baş koyup, acı ve tatlı günleri birlikte paylaştıkları kocasını küçümser olmuştu.
-Acaba?.. Yok canım... Tövbe tövbe... Nasıl içinden böyle şeyleri geçirebilirsin?... Yıllardır karın o senin.. İnsan karısından şüphelenir mi hiç?... Diye zaman zaman düşünceler beliriyor, olmayacağına kanaat getirmek için kendini motive ediyor ama, büsbütün de içinden çıkarıp atamıyor.. Nihayet takip etmeye, içinin rahat olması için olmadık bir zamanda eve gitmeye karar verdi.
Sofinin karısı şeytanın hilelerine aldanmış, kunduracıya kul köle
kesilmiş, kocasının hiç eve gelmediği zaman olan kuşluk vakitlerinde onu içeri alıp, buluşur olmuştu.
Sofi düşündü ki:
-"Eve en az gittiğim, hatta hiç gitmediğim zaman hangisi?.. Kuşluk vakti tabiiki.. Bu gün bir şey unutmuş gibi yapıp varayım eve de, huzursuz olan gönlümüz mutmain olsun" dedi, tuttu evin yolunu. Kapıya sert sert vurdu... İçeride kunduracıyla birlikte bulunan kadın şaşırdı, ürperdi, korktu... Ne kaçıp kurtulacak bir başka kapı, ne de bir hileye baş vurmaya  fırsat ve zaman yoktu.
Ne bir tandır vardı evde oynaşını gizleyecek, ne bir çuval vardı, perde gibi önüne gerecek. Evin içi "Arasat meydanı" gibi düm düz.
Kadın hemen çarşafını oynaşının üstüne attı,erkeği kadın şekline sokup, kapıyı açtı.
Çarşafın altında, kadın gibi gözükmeye çalışan kunduracı, rezil rüsvay olmuş, deve gibi dikilip durmakta idi merdiven başında.
Kadın, oynaşı için kocasına dedi ki:
-Şehir büyüklerinden birinin karısı, çok malları var, devletli kişiler, zenginler. Yabancı birisi, kapıyı vurmadan gelir, mahrem rahatsız olmasın diye kapıyı kapamıştım.
-Böyle zengin birinin, bizim gibilerle ne işi ola ki?. Neden gelmiştir acep?. Bilelim de kusur etmeyelim, dedi Sofi..
-Bize akraba olmak istiyor. Kızımızı görmüş, onu ister oğluna. İyi birilerine benziyor lakin içini Allah bilir. Öyle bir oğlu var ki şehirde menendi yok, geçimleri dersen yerinde, anlayışlı, yakışıklı...
Sofi:
-İyi ama biz yoksuluz, perişanız. Bunlar ise mallı, mülklü kişilermiş dediğine göre. Kapının bir kanadı fil dişinden, diğeri tahtadan.. Uyar mı, geçim olur mu hiç? Nikahta iki tarafın da denk olması lazım ki uyum olsun, biz onlara nasıl uyarız?..
Kadın dedi ki:
-Ben de bu özürü söyledim, lakin O: "Çeyiz filan arayanlardan değilim, biz mala altına doymuş da usanmışız, başkaları gibi hırs sahibi değiliz, mal ve para toplama düşüncesi yok bizde. Bizim istediğimiz şey; temiz, namuslu, kapalı oluşudur, zaten iki alamde de kurtuluş bunlarla olur.." dedi.
Aslında Sofi durumu ta başta kavramış, "bakalım mendebur karı ne yalan uyduracak, yalanında daha ne kadar ayağını direyecek" diye düşünüyor, o yalan söyledikçe de işi sonuna kadar götürmeye daha çok istek duyuyordu.
Dedi ki:
-Zaten neyimiz varsa gördü, gizli bir şeyimiz kalmadı!!!. Kızın namusunu da babası anlatacak değil ya!.. Senin de yalanın çıktı ortaya rezil oldun. Bakın size bir kıssa anlatayım:
Hz.Ömer halifeliği zamanında bir hırsızı cellada teslim etti.
Hırsız:
-Ey ülkenin beyi, beni öldürtme. Bu ilk suçum.
-Haşa!.. Dedi Ömer. Allah ilk suçta hemen gazaba gelip ceza vermez. Lûtfunu meydana çıkarmak için onu defalarca örter de, sonunda adaletini âşikar etmek için cezalandırır. Bu surette iki sıfatının da meydana çıkmasını; Lûtfunun muştucu (müjdeci), kahrının da korkutucu olmasını diler.
-Sen beni çobansız bir kuzu gibi yapayalnız gördün de, bekçim, gözcüm yok sandın. Âşıklar bakılmaması lazım gelen yere bakarlar da o yüzden dertlenirler, o dert sebebiyle de ağlarlar, inlerler. O ceylanı çobansız, o esiri sahipsiz sanırlar.
Sonunda "Gözcüsü, bekçisi benim.. az bak!.." diye bir bakış oku gelir, ciğerine saplanır!.. Ben bir hayvancağızdan daha aşağı mıyım ki; ardımda gözcüm bekçim olmasın. Öyle bir bekçim var ki; saltanat O’na yaraşır, bana nasıl bir yel esmekte, O bilir .O yel soğuk mudur, sıcak mıdır? Allah gafil değildir, gaip de değildir. Bilir a kötü kişi.. Fakat şehvete mensup olan nefis Hak’tan sağırdır, kördür... Ben de senin körlüğünü ta uzaklardan görürüm, görürüm de sekiz yıldır ses çıkarmam. Çünki seni bilgisizlik içinde görürüm.
Vesselam....

Mesnevi:4.Cild-Sayfa:13-......-20
AKILLI VEZİR

Akıllı adam için akıl, zengin için mal, zahid için ibadet kıymetlidir. Kimi ava merak salar av aletleri toplar, dülger nerede bir rende görse; hangi ağaçtan yapmışlar, ağzı nasıl, tutacağı ne kadar der inceler zevkle, neşeyle. Bu anlatacağımız padişah da akıllımı akıllı, her işini o sahada ün almış vezirlerine
danışır, danıştığı için de şaştığı, yanlış bir karar verdiği görülmemiş o güne kadar.
Hepsi bir birinden akıllı otuz kadar veziri vardı, lakin Eyaz’ın yeri baş köşe, söylediğine en çok itibar olunan idi. O’nun bilgeliği, verdiği kararlardaki isabeti, padişah tarafından en çok seviliyor olması, dolayısı ile hepsinden kat kat fazla ücret alması, kıskançlıklara, çekememezliklere sebep olmuş, zaman zaman
yaptıkları:
-O’nun bizden ne farkı var?
-Neden bizlerden çok daha fazla ücret alıyor?
-Akıllı, akıllı ama hepimizden de daha akıllı değil ya!.
Gibi dedikodular ediyorlar, hasetlerinden ne yapacaklarını bilmez bir halde sağa sola sataşırken, padişahı dahi eleştirir, kınar hale gelmişlerdi.
Bu dedikodulardan haberdar olan padişah, buna bir nihayet vermek, hem de Eyaz’ı baş üstünde tutmanın, O’na fazla ücret vermenin bir adam kayırma değil, hakkettiğini hepsine göstermek için bir av düzenledi, tüm vezirlerini çağırttı, Eyaz’ı götürmedi yanında.
Avlandılar uzunca bir zaman, mola anında, karşıdaki su başında  bir kervanın konakladığını gördüler.
Padişah vezirlerinden birini çağırarak:
-Git sor bakalım, o kervan hangi şehirden geliyor? Dedi.
Vezir koşarak gitti, döndü:
-Rey’den geliyormuş Padişahım!. Dedi.
-Peki!.. Nereye gidiyormuş.
Vezirde ses yok, ıkına sıkına:
-Sormadım Padişahım, deyiverdi.
Padişah ikinci vezire dönerek:
-Sen git sor bakalım, nereye gidiyormuş?..
Oda bir koşu vardı, geldi:
-Yemen’e gidiyormuş, devletli padişahım.. dedi.
-Peki!... Yükü ne imiş?
Kalakaldı vezir, çünki sormamıştı. Başını önüne düşürdü, bağladığı ellerini kızgınlıkla sıktı, içinden de: "Aptal kafam.. Nasıl da akıl edemedim?." diye hayıflanırken padişah başka bir veziri yükün ne olduğunu öğrenmek için gönderdi.
Giden vezire döndüğünde, sevinçle, önemli bir işi başarmış olmanın rahatlığını hissederek:
-Her cins mal varmış Padişahım. Lâkin çoğu Rey kâsesi imiş, dedi.
-Peki!.. Rey’den ne zaman çıkmış?. diye sorunca, o aklı gevşek vezir de âciz kaldı... Böylece tüm vezirlerini teker teker gönderdi, ama hiç biri ikinci soruyu bile cevaplayacak bilgi almadan döndüler. Eyaz’ın saraydan çağırılmasını emretti
padişah, getirtti.
-Karşı ki kervana git, nereden geldiğini sor bakalım? dedi..
Eyaz gitti, dönmesi diğerlerine göre daha uzun sürdü, geldiğinde padişahın önünde saygıyla selam vererek:
-Rey’den gelip,Yemen’e gidiyormuş padişahım. Yükünde her şey olmakla birlikte fazlaca Rey kâseleri varmış, Yola çıkalı dört ay olmuş, burada bir kaç gün dinlenip, şevketli padişahımıza hediyeler sunup yollarına devam edeceklermiş daha sonra... dedi.
Padişah alaylı alaylı yüzlerine baktı tüm vezirlerin. İçlerinden biri:
-Şu bir gerçek ki; bizler memleketin en akıllı kimseleriyiz, yoksa padişahımıza vezir olabilir miydik, fakat Eyaz hepimizden daha akıllı. Öyle olduğunu da şimdi ispat etti. Ama akıl Allah vergisidir insanda, çalışmakla elde edilmez ki?.. Ayın güzelliğini de, gülün kokusunda ki letafeti de Allah ihsan etmiştir.
-Padişah onlara dönüp dedi ki:
-İnsanın elde ettikleri çalışmasının karşılığıdır. Yoksa Adem:
"Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik.." der miydi?.. "Eğer bu suç ise bu benim kaderimdendir.." derdi. İblis gibi, hani: "Sen beni azdırdın; hem kadehimizi kırıyor, hem de dövüyorsun" demişti ya, halbuki: Takdir hakdır ama, kulun çalışması da hakdır.
Kendinize gelin. Şeytan gibi olmayın. Kadere az bahane bulun. Ahmet kan dökerse cezasını Mehmet mi çeker? Bu olur mu?.. Suçu kendinizde bulun. "Kim bir zerre miktarı hayır işlerse karşılığını alır, kim de zerre miktarı şer işlerse karşılığını görür" âyetini duymadınız mı?..
Her kesin başı önünde, içlerinde nedamet, kalplerinde yumuşaklık vardı...
Mesnevi:6.Cilt-Sayfa:33,34,35,36,37
 
 
 
  Bugün 3 ziyaretçi (5 klik) kişi burdaydı!  
 
En güzel şiirde nefret yoktur,kavga yoktur,kin yoktur;sadece sevgi vardır. Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol